Banu Avar, 18 Temmuz 1955 tarihinde Eskişehir'de doğmuştur. Babası Mehmet Bahattin Avar Kafkasya Dağıstan Avar'lı bir beden eğitimi öğretmeni, annesi Üsküplü tam bir göçmen kızıdır. Banu Avar, sıklıkla karıştırıldığı gibi babasının ilk eşi olan öğretmen Sıdıka Avar'ın kızı değildir. Çünkü babasının 1937 yılında Sıdıka hanımdan boşandıktan sonra yaptığı ikinci evlilikten Sayın Banu Avar dünyaya gelmiştir.
Gazetecilik hayatına Süreç dergisinde başlayan Banu Avar,1980'li yıllarda Günaydın, Dünya, Vatan gazetelerinde dizi yazılar yazdı ve muhabir olarak çalıştı.
Londra City Üniversitesinde yüksek lisans yaptı. Bu arada Londra'da BBC Türkçe bölümünde radyoda çalışırken BBC televizyonu belgesel kurslarına katıldı. Ardından TRT Londra muhabirliğine getirildi.
TRT'de yayınlanan 32. Gün programının ilk yıllarında Londra muhabirliğini yaptı. Kıbrıs belgeseli, Demirkırat gibi belgesellerde yapımcı ve araştırmacı olarak görev aldı.
1985 yılından beri yapımcı ve yönetmen olarak çalışan Banu Avar, 1999'da TRT 1 ve TRT 2'de yapımcılığını, yönetmenliğini ve sunuculuğunu üstlendiği Mozaik, Kaleydeskop gibi programları yayınlandı.
I. Ceasar (Ben Sezar), Crimean War (Kırım Savaşı), The Great Game (Büyük Oyun) ve Troy (Truva) gibi BBC ve Discovery Channel belgesellerinin Türkiye prodüktörlüğünü yaptı.
1999 yılında Tv 8'in Belgesel Bölümünü kurarak, 2004 yılına kadar belgesel bölümünde yönetmen olarak birçok belgesel film yaptı. 2004 yılında Tv8 belgesel bölümü kapandıktan sonra görevinden ayrılarak, TRT 1'de "Sınırlar Arasında" isimli haber belgesel programın yapımcı ve yönetmenliğine başladı. Bu programda bugüne kadar Balkanlardan Kafkasya'ya Orta Asya'dan Ortadoğu ve Latin Amerika'ya Çin'den Avrupa'ya kadar birçok belgesel program yaptı. Ardından "Sınırlar Arasında" programı TRT 2'ye alındı ve "Büyük Ortadoğu Projesi" adlı bölümün kurgusu sırasında 2008 mayıs ayında tümüyle yayından kaldırıldı!
Daha sonra 2009 yılında Avrasya TV'de program yapmaya başladı. Programın ismini "Banu Avar'la Dünya Düzeni" olarak koydu.
Banu Avar, güldürü amaçlı haber yazan Zaytung.com'un yayınladığı bir haberi gerçek zannederek programda paylaşmasını gazetecilik hayatındaki en büyük hatası olarak kabul etmektedir.
Denizciler, Bir Zamanlar Kıbrıs'da, Artık BİZ DE varız!, Devlerin Savaş Alanı Afganistan, Türkiye Sevdalıları gibi belgesellerden OHRİ, GÜZEL OHRİ Makedonca'ya çevrilmiş ve Makedon Ulusal TV Kanalında bir çok kez gösterime girmiştir; Rıza oğlu Haydar Aliyev belgeseli ise Azerbaycan Devlet Kanalında defalarca gösterime girmiştir.
Yaptığı Belgesel film ve programlar :
1990 - Deniz
Mayıs 1999 - Ocak 2000 - Hayatım Müzik
2000 - Önemli Müzik Adamlarının Yaşam Öyküleri
2000 - Depremle Yaşamak
2000 - Unutulan Yıllar
2000 - 2001 - Denizciler Belgeseli
2001 - 2001 - Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Desteğiyle Türkiye'nin Denizcilik Tarihi
2002 - 2001 - Deniz Kuvvetleri, Deniz Ticareti ve Deniz Sporunun Tarihi ve Bugünü
2000 - 2001 - Türkiye Sevdalıları
2002 - Afganistan: Devlerin Savaş Alanı
2002 - Ohri Ohri Güzel Ohri
2002 - Artık Biz De Varız
2002 - Atletin Adı: Süreyya
2003 - Bir Zamanlar Kıbrıs'ta
2003 - Unutulan Yıllar
2004 - Kafkaslarda Politik Bir Satranç Ustası: Rıza Oğlu Haydar Aliyev
2004 - Sınırlar Arasında
2009 - Banu Avar'la Dünya Düzeni
Yazdığı Kitapları :
2008 - Sınırlar Arasında: Hüznün Toprağı Balkanlar'dan Geleceğin Gücü Avrasya'ya,
2008 - Hangi Avrupa?, 416s,
2009 - Avrasyalı Olmak, 392s,
2009 - Böl ve Yut, 304s, 2009,
2009 - Hangi Dünya Düzeni,
2011 - Kaçın! Demokrasi Geliyor!,
2011 - Demokrasi Projeleri,
2013 - Gün, O Gün'dür,
Aldığı Ödüller :
2005 - Türk Yazarlar Birliği, Yılın Televizyon Programcısı Ödülü.
2005 - TÜRKSAV Hizmet Ödülü
2006 - Çağdaş Gazeteciler Derneği Televizyon Haber Ödülü
2006–2007 - Akdeniz Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâpları Tarihi Araştırma Uygulama Merkezi "Atatürkçü düşünceye katkıda bulunanlar ödülü"
2006 - İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi "Yürekli Kadın Ödülü"
2007 - Yeditepe Üniversitesi Banu Avar'a fahri doktora unvanı
28 Ekim 2017 Cumartesi
Ayşe Kulin
Ayşe Kulin Arnavutköy Amerikan Kız koleji Edebiyat Bölümü’nden1961 yılında mezun oldu. 1962- 1964 yılları arasında London School of Economics’de sosyoloji eğitimi aldı.
1978 yılından itibaren Cumhuriyet, Güneş ve Dünya gazetelerinde muhabirlik, çeşitli dergilerde yazarlık ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. Uzun yıllar halkla ilişkiler uzmanı, televizyon, reklâm ve sinema filimlerinde sahne yapımcısı, sanat yönetmeni ve senarist olarak çalıştı.
1984’ de yayınlanan GÜNEŞE DÖN YÜZÜNÜ adlı ilk öykü kitabındaki GÜLİZAR öyküsü, kendi tarafından senaryolaştırılarak KIRIK BEBEK adıyla film yapıldı ve film KÜLTÜR BAKANLIĞI ÖDÜLÜ’ne değer bulundu.
1989 yılında AYAŞLI İLE KİRACILARI adlı dizideki çalışmasıyla TİYATRO ve TELEVİZYON YAZARLARI DERNEĞİ’nin EN İYİ SANAT YÖNETMENİ ÖDÜLÜ’nü kazandı.
FOTO SABAH RESİMLERİ adlı öyküsü 1996 yılının HALDUN TANER ÖYKÜ ödülünü,
Öykünün adını verdiği kitabı ise 1997 yılında SAİT FAİK HİKAYE ARMAĞANI’nı kazandı.
Çeşitli kurumlar ve üniversitelerce, yılın en iyi edebiyat kitabı seçilen, BİR TATLI HUZUR, ADI AYLİN , FÜREYA, TÜRKAN/ TEK VE TEK BAŞINA adını taşıyan üç biyografisi, SEVDALİNKA, KÖPRÜ, NEFES NEFESE, VEDA ve UMUT isimli gerçek olaylara dayanan belgesel nitelikli altı romanı, HAYAT ve HÜZÜN adlı iki otobiyografik eseri, GECE SESLERİ, BİR GÜN ve GİZLİ ANLARIN YOLCUSU isimli üç kurgu romanı, GÜNEŞE DÖN YÜZÜNÜ, FOTO SABAH RESİMLERİ, GENİŞ ZAMANLAR ve BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ isimli dört öykü kitabı, İÇİMDE KIZIL BİR GÜL GİBİ, HAYAT ve HÜZÜN isimli üç anı, BABAMA isimli bir şiir kitabı ve SİT NENENİN MASALLARI adlı bir masal kitabı vardır.
2004 Yılında, ÇAĞDAŞ YAŞAMI DESTEKLEME DERNEĞİ ve TURKCELL için yazdığı KARDELENLER adlı çalışmasının telif gelirlerini, TÜRKAN özel baskısının ve TÜRKAN adlı tiyatro oyununun gişe gelirlerini ÇAĞDAŞ TÜRKİYE’NİN ÇAĞDAŞ KIZLARI projesine, SİT NENENİN MASALLARI’nın gelirini UNICEF’in ana okulu projesine bağışlamıştır. SEVDALİNKA’nın Bosna Hersek’teki satışının telif geliri, Bosna’da savaş kurbanı çocukların barındığı bir kuruma, AYLİN’in geliri ise Bosna’da bir çocuk evine bağışlanmıştır.
Eserleri Çinceden Portekizceye kadar 22 dile çevrilmiştir. BİR GÜN Almanya’da 2009 yılında radyofonik piyes olarak sunulmuştur.
GENİŞ ZAMANLAR adlı öyküsü, KÖPRÜ, GECE SESLERİ ve TÜRKAN adlı romanları televizyon dizileri olarak yayınlanmıştır. TÜRKAN tiyatro eseri olarak da sahnelenmiştir.
VEDA romanı 2013 yılında televizyon dizisi olarak gösterime girecektir.
2008 Yılında VEDA, YAZARLAR BİRLİĞİ tarafından, NEFES NEFESE ise EUROPEAN COUNCİL OF JEWİSH COMMUNİTİES tarafından yılın en iyi romanları seçilmiştir.
Uluslararası bir edebiyat ödülü olan DUBLIN IMPAC ÖDÜLÜ’ne 2011 yılında VEDA romanı ile aday gösterilmiştir. Aynı yıl HAYAT ve HÜZÜN adlı anı kitapları ESKADER’in Yılın En İyi Hatıra Kitabı Ödülü’ne değer görülmüştür.
Ayşe Kulin, 2007 yılından beri UNICEF’in İYİ NİYET ELÇİSİ’dir.
YAYIN ALANINDAKİ ÇALIŞMALARI
ÇEVİRİLERİ
1978 yılından itibaren Cumhuriyet, Güneş ve Dünya gazetelerinde muhabirlik, çeşitli dergilerde yazarlık ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. Uzun yıllar halkla ilişkiler uzmanı, televizyon, reklâm ve sinema filimlerinde sahne yapımcısı, sanat yönetmeni ve senarist olarak çalıştı.
1984’ de yayınlanan GÜNEŞE DÖN YÜZÜNÜ adlı ilk öykü kitabındaki GÜLİZAR öyküsü, kendi tarafından senaryolaştırılarak KIRIK BEBEK adıyla film yapıldı ve film KÜLTÜR BAKANLIĞI ÖDÜLÜ’ne değer bulundu.
1989 yılında AYAŞLI İLE KİRACILARI adlı dizideki çalışmasıyla TİYATRO ve TELEVİZYON YAZARLARI DERNEĞİ’nin EN İYİ SANAT YÖNETMENİ ÖDÜLÜ’nü kazandı.
FOTO SABAH RESİMLERİ adlı öyküsü 1996 yılının HALDUN TANER ÖYKÜ ödülünü,
Öykünün adını verdiği kitabı ise 1997 yılında SAİT FAİK HİKAYE ARMAĞANI’nı kazandı.
Çeşitli kurumlar ve üniversitelerce, yılın en iyi edebiyat kitabı seçilen, BİR TATLI HUZUR, ADI AYLİN , FÜREYA, TÜRKAN/ TEK VE TEK BAŞINA adını taşıyan üç biyografisi, SEVDALİNKA, KÖPRÜ, NEFES NEFESE, VEDA ve UMUT isimli gerçek olaylara dayanan belgesel nitelikli altı romanı, HAYAT ve HÜZÜN adlı iki otobiyografik eseri, GECE SESLERİ, BİR GÜN ve GİZLİ ANLARIN YOLCUSU isimli üç kurgu romanı, GÜNEŞE DÖN YÜZÜNÜ, FOTO SABAH RESİMLERİ, GENİŞ ZAMANLAR ve BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ isimli dört öykü kitabı, İÇİMDE KIZIL BİR GÜL GİBİ, HAYAT ve HÜZÜN isimli üç anı, BABAMA isimli bir şiir kitabı ve SİT NENENİN MASALLARI adlı bir masal kitabı vardır.
2004 Yılında, ÇAĞDAŞ YAŞAMI DESTEKLEME DERNEĞİ ve TURKCELL için yazdığı KARDELENLER adlı çalışmasının telif gelirlerini, TÜRKAN özel baskısının ve TÜRKAN adlı tiyatro oyununun gişe gelirlerini ÇAĞDAŞ TÜRKİYE’NİN ÇAĞDAŞ KIZLARI projesine, SİT NENENİN MASALLARI’nın gelirini UNICEF’in ana okulu projesine bağışlamıştır. SEVDALİNKA’nın Bosna Hersek’teki satışının telif geliri, Bosna’da savaş kurbanı çocukların barındığı bir kuruma, AYLİN’in geliri ise Bosna’da bir çocuk evine bağışlanmıştır.
Eserleri Çinceden Portekizceye kadar 22 dile çevrilmiştir. BİR GÜN Almanya’da 2009 yılında radyofonik piyes olarak sunulmuştur.
GENİŞ ZAMANLAR adlı öyküsü, KÖPRÜ, GECE SESLERİ ve TÜRKAN adlı romanları televizyon dizileri olarak yayınlanmıştır. TÜRKAN tiyatro eseri olarak da sahnelenmiştir.
VEDA romanı 2013 yılında televizyon dizisi olarak gösterime girecektir.
2008 Yılında VEDA, YAZARLAR BİRLİĞİ tarafından, NEFES NEFESE ise EUROPEAN COUNCİL OF JEWİSH COMMUNİTİES tarafından yılın en iyi romanları seçilmiştir.
Uluslararası bir edebiyat ödülü olan DUBLIN IMPAC ÖDÜLÜ’ne 2011 yılında VEDA romanı ile aday gösterilmiştir. Aynı yıl HAYAT ve HÜZÜN adlı anı kitapları ESKADER’in Yılın En İyi Hatıra Kitabı Ödülü’ne değer görülmüştür.
Ayşe Kulin, 2007 yılından beri UNICEF’in İYİ NİYET ELÇİSİ’dir.
YAYIN ALANINDAKİ ÇALIŞMALARI
- 1967-69: Türkiyenin ilk yerli otomobil dergisi olan OTOMOBİL DERGİSİ’nin yazı işleri müdürlüğü.
- 1967-69: Gelişim Yayınları dergilerinde yazarlık.
- 1983-85: Dünya Gazetesinde yazarlık
- 1985- 88: Etap Otelleri Pullman Dergisi yazı işleri müdürlüğü
- 1988-88: Bir Numaralı yayıncılık dergilerinde yazarlık.
ÇEVİRİLERİ
- Milliyet yayınları 20. Asır Dosyası kapsamında (1975-1978)
- Anarşistler (Roderick Kedward)
- Kayzer’in Almanyası ( Harold Kurtz)
- Amerika Sahnede ( A.E. Cambell)
- Habsburgların Çöküşü ( Zab Zeman)
- 1905 Rus İhtilali ( David Floyd)
- Güneşe Dön Yüzünü
- Foto Sabah Resimleri
- Geniş Zamanlar
- Bir Varmış Bir Yokmuş
- Bir Tatlı Huzur
- Adı Aylin
- Sevdalinka
- Füreya
- Köprü
- Nefes Nefese
- Gece Sesleri
- Bir Gün
- Veda
- Umut
- Türkan, Tek ve Tek Başına
- Hayat
- Hüzün
- Gizli Anların Yolcusu
- Bora’nın Kitabı
- Dönüş
- Hayal
- Handan
- İçimde Kızıl Bir Gül Gibi
- Kardelenler (araştırma)
- Babama (Şiir)
- Sit Nene’nin Masalları ( çocuk masalı) 1988-89 / Tiyatro ve TV Yazarları Derneği,
- Bir Tatlı Huzur (M. N. Selçuk)
- Adı Aylin
- Füreya
- Türkan (Türkan Saylan)
- Veda
- Umut
- Hayat (Otobiyografi)
- Hüzün (Otobiyografi)
- Hayal (Otobiyografi)
- Gizli Anların Yolcusu
- Bora’nın Kitabı
- Dönüş
- Handan
- Çevre Düzeni dalında Televizyon Başarı Ödülü.
- 1995 / Haldun Taner Öykü Ödülü Birincisi
- 1996 / Sait Faik Hikaye Armağanı Ödülü
- 1996 / 3. UAT En Başarılı Yazar Ödülü
- 1997 / Oriflam Roman dalında Yılın En Başarılı Kadın Yazarı Ödülü,
- 1997 / Nokta Dergisi DORUKTAKİLER Edebiyat Ödülü
- 1977 / İ.Ü. İletişim Fakültesi, Roman Dalında Yılın En Başarılı Yazarı Ödülü
- 1998 / Oriflam Edebiyat Dalında Yılın En Başarılı Kadın Yazarı Ödülü
- 1998 / İ.Ü. İletişim Fakültesi Roman Dalında Yılın En Başarılı Yazarı Ödülü
- 1999 / Oriflam Edebiyat Dalında En Başarılı Kadın Yazarı Ödülü
- 1999 / İ.Ü. İletişim Fakültesi Roman Dalında Yılın En Başarılı Yazarı Ödülü
- 2000 / Rotaract Yılın Yazarı Ödülü
- 2001 / Ankara Fen Lisesi Özel Bilim Okulları Yılın Yazarı Ödül
- 2002 / Tepe Özel İletişim Kurumları Yılın En İyi Edebiyatçısı Ödülü
- 2003 / AVON Yılın En Başarılı Kadın Yazarı Ödülü
- 2003 / Best FM Yılın En Başarılı Yazarı Ödülü
- 2004 / İstanbul Kültür Üniversitesi Yürekli Kadın Ödülü
- 2004 / Pertevniyal Lisesi Yılın En İyi Yazarı Ödülü
- 2007 / Bağcılar Atatürk İ.Ö.Ok. & Esenler-İsveç Kardeşlik İ.Ö.Ok. Yılın Edebiyat Yazarı Ödülü
- 2007 / Türkiye Yazarlar Birliği VEDA isimli romanı ile Yılın En Başarılı Yazarı
- 2008 / European Council of Jewish Commununities Roman Ödülü
- 2009 / TED Bilim Kurulu Eğitim Hizmet Ödülü
- 2009 / Kocaeli, 2. Altın Çınar Dostluk ve Barış Ödülü
- 2009 / Kabataşlılar Derneği Yılın En İyi Yazarı Ödülü
- 2010 / BEST FM 1998-2008 , 10 Yılın En Başarılı Kitabı
- 2010 / Kabataşlılar Derneği Yılın En İyi Yazarı Ödülü
- 2011 / İTÜ EMÖS Yaşam Boyu Başarı Ödülü
- 2011 / Orkunoğlu Eğitim Kurumları, Yılın En Başarılı Yazarı Ödülü
- 2011 / ESKADER Kültür & Sanat Ödülleri, Hatırat dalında HAYAT& HÜZÜN.
- 2012 / Medya ve Yeni Medya Ödülleri, EN İYİ YAZAR ödülü.
- 2013 / Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Ödülü: Toplumsal Duyarlılığa Katkı.
- 2013 / Lions Başarı Ödülleri; YILIN EN BAŞARILI KADIN YAZARI.
- 2014 / 22.İTÜ EMÖS ÖDÜLÜ; Yılın En Başarılı Kitabı (Handan).
- 1978: Uluslararası Af Örgütü Türkiye Kurucu Üyesi
- (Aynı yıl örgütün Cambridge yıllık toplantısında Türkiye’yi temsil etmiştir.)
- 1984-89: Resim Heykel Müzeleri Derneği yönetim kurulu üyeliği
- ( Halen derneğin üyesidir)
- 1995-97: Robert Kolej Mezunları Derneği Toplumsal Konular faal Üyesi
- 1995-96: Reşitpaşa Kültür Evi kurucu Üyesi
- 2007: Unicef İyi Niyet Elçisi
- 2012: Pen Yazarlar Derneği Üyesi
- 2002-2007 / Afife Jale Tiyatro Ödülleri jüri Üyeliği
- 2009 / İstanbul Uluslararası Film Festivali jüri üyeliği
- 2010-2011 / Ratem ( Radyo Televizyon Yayıncıları Meslek Birliği) Korsanla mücadele amaçlı ‘Aklıma Bir Fikir Geldi’ yarışması jüri üyeliği
- 2011 / Antalya Altın Portakal Film Festivali jüri üyeliği
- 1978-83: Tunca Yönder ve Ali Tara’nın yönettiği 100’ü aşkın reklam filminde sahne yapımcılığı ve sanat yönetmenliği
- 1984: Danish Metronome Film Co.’nun Ürgüp/Avanos bölgesinde çektiği konulu filimde yapımcı asistanlığı.
- 1987: Gülizar adlı öyküsünden uyarladığı KIRIK BEBEK sinema filminin senaryo yazarlığı. (Bu sinema filmi aynı yıl Kültür Bakanlığı Sinema ödülünü almıştır.)
- 1989: AYAŞLI İLE KİRACILARI adlı televizyon dizisinde sahne yapımcılığı ve sanat yönetmenliği ( A.Kulin, Tiyatro ve TV yazarları Der. En İyi Çevre Düzeni Ödülünü almıştır.)
- 1992: 17 Bölümlük Aktüalite ve Sağlık Programı ‘Kalplerden Kalbe’ senaryo yazarlığı
- 1993: 17 Bölüm boyunca ‘Coke’n Roll’ gençlik Programında sahne yapımcılığı
- 1984-86: Nadir Şirketler Grubunda PR.
- 1986-87: Süzer Holding’de PR.
- 1988-1990: Ayşe Kulin-Sara Koral birlikteliğinde açılış, basın toplantısı, bayi toplantısı, konferans, seminer düzenlemeleri.
Aylin Sökmen
1979 İstanbul doğumlu. Virginia Üniversitesi’nde Ekonomi ve Fransız Dili Edebiyatı bölümlerini bitirdi. “Bitmeyen” adlı öyküsü 2007 altKitap Öykü Ödülü birincisi oldu. Öykü kitabı “Salt Okunur” 2009 yılında Pupa Yayınları tarafından yayınlandı. İnternet üzerinden yayın yapan aylık edebiyat dergisi altZine.net ve e-kitap sitesi altKitap.net’in yayın kurulunda görev yapıyor. XOXO The Mag’e yazı ve röportajlarıyla katkıda bulunuyor.
Atakan Altınörs
Eğitim Geçmişi :
Mesleki Geçmişi :
Verdiği Dersler :
Kitap
Makale
Bildiri
Çeviri
- 28 Haziran 2012 Felsefe Doçenti – Üniversitelerarası Kurul Başkanlığı
- 2004-2008 Felsefe Doktora – Galatasaray Üniversitesi İstanbul
- 1997-1998 Burslu – Université de Bourgogne Dijon
- 1994-1997 Felsefe Yüksek Lisans – Uludağ Üniversitesi Bursa
- 1990-1994 Felsefe Lisans – Uludağ Üniversitesi Bursa
Mesleki Geçmişi :
- 2012-devam Öğretim Üyesi Galatasaray Üniversitesi
- 2002-2012 Öğretim Görevlisi Galatasaray Üniversitesi
- 1998-2002 Öğretim Görevlisi Uludağ Üniversitesi Bursa
- 1994-1998 Araştırma Görevlisi Uludağ Üniversitesi Bursa
Verdiği Dersler :
- Dil felsefesi,
- Felsefe tarihi metinleri,
- Felsefede metin çözümlemeleri,
- Felsefi antropoloji,
- Felsefeye giriş
Kitap
- Altınörs Atakan, İdealar ve Dil Bağlamında Locke ile Leibniz, Eflatun (Efil) yay., Ankara: 2009
- Altınörs Atakan, 50 Soruda Dil Felsefesi, Bilim ve Gelecek Kitaplığı yay., İstanbul: 2012
Makale
- Altınörs, S.A., 2012, Bahar, AKADEMİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ, sayı: 52, İstanbul, Ernest Renan’ın Dilin Kökeni Meselesine Yaklaşımı
- Altınörs, S.A., 2011, Güz, EKEV AKADEMİ DERGİSİ, sayı: 49, Erzurum, Platon ile Aristoteles’in retorik anlayışlarının karşılaştırılması
- Altınörs, S.A., 2011, SYNERGIES TURQUIE, sayı: 3, İstanbul, La Critique faite par Leibniz a l’approche lockeenne du probleme de l’origine des mots
- Altınörs, S.A., 2011, Kış, KUTADGUBİLİG DERGİSİ, sayı: 19, İstanbul, Condillac’ta düşünce-dil ilişkisi
- Altınörs, S.A., 2010, Ocak, ETHOS FELSEFE DERGİSİ, cilt: 3, sayı: 1, Berkeley’in dil ve anlam yaklaşımı üzerine bir inceleme
- Altınörs, S.A., 2010, Yaz, ERCİYES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ, sayı: 28, Kayseri,: Düşünce ile dil arasındaki ilişkiye Descartes’ın yaklaşımı
- Altınörs, S.A., 2010, Temmuz, FELSEFE DÜNYASI DERGİSİ, sayı: 51, Ankara, Bir ideal dil projesi olarak characteristica universalis
- Altınörs, S.A., 2010, Güz, KUTADGUBİLİG DERGİSİ, sayı: 18, İstanbul, Bergson’un bir imkan ve engel olarak dil anlayışı
- Altınörs, S.A., 2010, Aralık, Felsefe Dünyası Dergisi, sayı: 52, Ankara: BİR DİL FİLOZOFU OLARAK ROUSSEAU
- Altınörs,S.A., 2008, Güz, FELSEFE DÜNYASI DERGİSİ, sayı: 48, Ankara, Kelimelerin Keyfiliği Düşüncesine Condillac’ın İtirazı
- Altınörs, S.A., 2012, İlkbahar-Yaz, CIVILACADEMY DERGİSİ, cilt: 9, sayı:1-2, İstanbul, Herder’in Gençlik ve Olgunluk Dönemlerinde Dilin Kökeni Meselesine Yaklaşımı,
- Altınörs, S.A., 2012, Yaz, KARADENİZ DERGİSİ, sayı: 14, Dile Davranışçı Yaklaşımlara Chomsky’nin İtirazı Üzerine
- Altınörs, S.A., 2012, Güz, BİLİG DERGİSİ (SSCI index), sayı: 62, Rousseau’nun Dilin Kökeni Meselesine Yaklaşımı
Bildiri
- Altınörs,S.A., 2010, Mart, Türkiyede Felsefenin Geleneği ve Geleceği, İstanbul Üniversitesi: Üniversitelerdeki felsefe öğretiminde, lise müfredatı kaynaklı klişelerin oluşturduğu engeller üzerine gözlemler, (sayfa 321-328) bildiri metinleri kitabı: İstanbul Üniversitesi yay. (yayın no: 5056), 2012.
- Altınörs,S.A., 2008, ODTÜ Anlam Kongresi, Ankara: Locke’un Anlam Teorisinde Kelimelerin Müphemliği, bildiri metinleri kitabı: Anlam Kavramı Üzerine Yeni Denemeler, Legal Yayıncılık, İstanbul, 2010.
Çeviri
- René Descartes, Metot Üzerine Konuşma, Paradigma yay., İstanbul, 2011
- Jean Didier, John Locke Paradigma yay., İstanbul, 2009
- Alfred Fouillée, Descartes, Eflatun (Efil) yay., Ankara, 2009
- Emile Boutroux, Leibniz: Hayatı ve Felsefesi, Paradigma yay., İstanbul, 2009
- Nayla Farouki, İdea Nedir?, Say yay., İstanbul, 2009
- (Derleme), Analitik Felsefe, Say yay., İstanbul, 2008
- Olivier Abel, Jerome Porée, Ricoeur Sözlüğü, Say yay., İstanbul, 2011
- G. W. Leibniz, Monadoloji-Metafizik üzerine Konuşma, Doğu-Batı yay., Ankara, 2011
- Henri Bergson, Metafiziğe Giriş, Paradigma yay., İstanbul, 2011
- René Descartes, Hakikatin Araştırılması-Dünya ya da Işık Üzerine Deneme, Paradigma yay., İstanbul, 2011
- Ernest Renan, Dilin Kökeni Üzerine, Bilge Kültür Sanat yay., İstanbul, 2011
- (Umut Öksüzan ile ortak çeviri) Paul Ricoeur, Zaman ve Anlatı IV: Öykülenen Zaman, Yapı-Kredi yay., İstanbul, 2013
- Jean-Gérard Rossi, Analitik Felsefe, Bilge Kültür Sanat yay., İstanbul, 2013
- Pascal Picq ve diğerleri, Dilin Kökenleri, Bilge Kültür Sanat yay., İstanbul, 2013
Aşık Veysel
Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde 1894 yılında doğdu. Babası, toprakla uğraşan bir rençber. Anası, yaman bir kadın!.. Ne yaman olduğunu, Aşığın hayatını öğrenirken göreceğiz... Veysel, âşıkların harman olduğu bölgede doğdu, yaşadı. Çağdaşı Âşık İzzet ve Talibi de Şarkışlalı'dır. Hayat hikâyesini onun ağzından öğrenen yakın dostu Ümit Yaşar Oğuzcan'dan dinleyelim:
"Anası Gülizar, bir güz günü, köy dolaylarındaki Ayıpmar merasına koyun sağmaya gittiğinde, oracıkta bir yol üstünde doğurmuş Veysel'i... Göbeğini de kendi eli ile kesmiş, yaman kadınmış Gülizar Ana, bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye gelmiş... Babası Ahmet, bebeğin adını Veysel koymuş.
Yıllar geçmiş aradan, büyümüş, konuşmuş, yürümüş Veysel çocuk, böylece yedi yaşına varmış. O yıl, bir çiçek hastalığı salgını olmuş Sivas'ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünden "çiçeğin beyi" çıkmış, kendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş önceleri. Yalnız ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle... Babasına: "Çocuğu, Akdağmadeni'ne götür, orada bu gözü açacak bir doktor var" demişler, sevinmiş Ahmet Emmi...
Gel gör ki talihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in... Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince, babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermesin mi? Göz de akıp gitmiş böylece... Veysel'in, Muharrem adında bir ağabeyi, Elif adında bir kız kardeşi varmış. Hepsi çok üzülmüşler. Veysel'in kötü kaderine...
Babası, meraklı adammış... Halk ozanlarının şiirler okuyup ezberleterek avutmaya çalışmış oğlunu. Sivas'ın köyleri, saz şairleri ile Onlar da arasıra gelip Ahmet Emmi'nin uğrarlarmış. Veysel, ilgi ile dinlermiş çalıp söylediklerini. Babası oğlunun hevesini görünce bir saz alıp vermiş ona. ilk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamsıhlı Ali Ağa'dan almış... Ve gitgide kendini iyice saza vermiş Veysel... Ünlü halk ozanlarının şiirlerini çalıp söylemiş bir zaman...
Yirmi beş yaşındayken, (1919) anası-babası (Veyseli Esma adında bir kızla evlendirmişler ve kısa bir süre sonra ikisi de göç etmiş bu dünyadan (1921)... Acı üstüne acı gelmiş ama, bitmemiş talihin kötü oyunu, ikinci çocuğu 10 günlükken, anasının memesi ağzına tıkanarak ölmüş, ardın da karısı, yanaşmalarıyla evden kaçmış. Bu olay, çok koymuş Veysel'e... Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış. Karısı, koyup gittiğinde, bir kızı varmış Veysel'in, daha bir yaşını bile bitirmemiş. İki yıl boyunca kucağında gezdirmiş Veysel, ne çare o da yaşamamış.
Bu sıralar, Veysel'i yeniden evermişler. Şimdiki karısı, yedi çocuk vermiş Aşığa... Biri ölmüş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ... Onlar da 18 torun vermişler Veysel'e."
Âşık Veysel, cumhuriyetin 10. yıl dönümüne rastlayan 1933 yılına kadar başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş. Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda tanınmış şairlerimizden Ahmet Kutsi Tecer tanımış Veysel'i. Onun ışık tutuculuğu ile Veysel'in şiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiri, Gazi Mustafa Kemal Paşa için söylediği. "Türkiye'nin ihyası Hazreti Gazi" mısra ile başlayan şiirdir. Bundan sonra, bütün yazdıklarını çalıp söyler olmuş...
Veysel, 1933 yılma kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde, bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle, kasabalarını köylerini tanımıştır. Halk ozanlarından en çok Karacaoğlan'ı, Yunus'u, Emrah'ı, Dertli'yi sever. Çağımız ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı bir yeri vardır Veysel'de. Onun aracılığı ile bir süre köy enstitülerinde saz öğretmenliği de yapmış. Sırasıyla, Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli, Akpınar köy enstitülerinde bulunmuş.
1952 yılında İstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Âşık Veysel'e, 1965 yılında T.B.M.M. tarafından "Anadilimize ve millî birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatanî hizmet tertibinde aylık bağlamıştır.
Âşık Veysel, Sivrialan köyündeki bahçesinde ilk ağaç eken, fidan yetiştiren köylüdür. Âşıkların harman olduğu bölgesinde, hepsinden ayrı hepsinden özlü bir sesle sazına yumulmuş ve ölünceye kadar birbirinden güzel ve üstün şiirleri vermiştir:
Güzelliğin on par-etmez
Bu bendeki aşk olmasa.
Eğlenecek yer bulamam
Gönlündeki köşk olmasa
Kim okurdu, kim yazardı.
Bu düğümü kim çözerdi.
Koyun kurt ile gezerdi.
Fikir başka başka-olmasa.
Şiirlerinde aşk, ölüm ve toplum temalarını işledi. Samimiyeti fikirle bağdaştırmasını bilmiş seyrek saz şairlerinden biridir. Şiirlerinde, bir yandan Yunus'un, bir yandan Karacaoğlan'ın gölgeleri fark edilir. 1973'te köyünde öldü.
Dost, dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır.
Beyhude dolandım, boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır.
Karnın yardım kazma ilen bel ilen
Yüzün yırttım, tırnağınan el ilen
Yine beni karşıladı gül ilen
Benim sadık yarim kara topraktır.
"Anası Gülizar, bir güz günü, köy dolaylarındaki Ayıpmar merasına koyun sağmaya gittiğinde, oracıkta bir yol üstünde doğurmuş Veysel'i... Göbeğini de kendi eli ile kesmiş, yaman kadınmış Gülizar Ana, bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye gelmiş... Babası Ahmet, bebeğin adını Veysel koymuş.
Yıllar geçmiş aradan, büyümüş, konuşmuş, yürümüş Veysel çocuk, böylece yedi yaşına varmış. O yıl, bir çiçek hastalığı salgını olmuş Sivas'ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünden "çiçeğin beyi" çıkmış, kendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş önceleri. Yalnız ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle... Babasına: "Çocuğu, Akdağmadeni'ne götür, orada bu gözü açacak bir doktor var" demişler, sevinmiş Ahmet Emmi...
Gel gör ki talihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in... Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince, babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermesin mi? Göz de akıp gitmiş böylece... Veysel'in, Muharrem adında bir ağabeyi, Elif adında bir kız kardeşi varmış. Hepsi çok üzülmüşler. Veysel'in kötü kaderine...
Babası, meraklı adammış... Halk ozanlarının şiirler okuyup ezberleterek avutmaya çalışmış oğlunu. Sivas'ın köyleri, saz şairleri ile Onlar da arasıra gelip Ahmet Emmi'nin uğrarlarmış. Veysel, ilgi ile dinlermiş çalıp söylediklerini. Babası oğlunun hevesini görünce bir saz alıp vermiş ona. ilk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamsıhlı Ali Ağa'dan almış... Ve gitgide kendini iyice saza vermiş Veysel... Ünlü halk ozanlarının şiirlerini çalıp söylemiş bir zaman...
Yirmi beş yaşındayken, (1919) anası-babası (Veyseli Esma adında bir kızla evlendirmişler ve kısa bir süre sonra ikisi de göç etmiş bu dünyadan (1921)... Acı üstüne acı gelmiş ama, bitmemiş talihin kötü oyunu, ikinci çocuğu 10 günlükken, anasının memesi ağzına tıkanarak ölmüş, ardın da karısı, yanaşmalarıyla evden kaçmış. Bu olay, çok koymuş Veysel'e... Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış. Karısı, koyup gittiğinde, bir kızı varmış Veysel'in, daha bir yaşını bile bitirmemiş. İki yıl boyunca kucağında gezdirmiş Veysel, ne çare o da yaşamamış.
Bu sıralar, Veysel'i yeniden evermişler. Şimdiki karısı, yedi çocuk vermiş Aşığa... Biri ölmüş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ... Onlar da 18 torun vermişler Veysel'e."
Âşık Veysel, cumhuriyetin 10. yıl dönümüne rastlayan 1933 yılına kadar başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş. Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda tanınmış şairlerimizden Ahmet Kutsi Tecer tanımış Veysel'i. Onun ışık tutuculuğu ile Veysel'in şiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiri, Gazi Mustafa Kemal Paşa için söylediği. "Türkiye'nin ihyası Hazreti Gazi" mısra ile başlayan şiirdir. Bundan sonra, bütün yazdıklarını çalıp söyler olmuş...
Veysel, 1933 yılma kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde, bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle, kasabalarını köylerini tanımıştır. Halk ozanlarından en çok Karacaoğlan'ı, Yunus'u, Emrah'ı, Dertli'yi sever. Çağımız ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı bir yeri vardır Veysel'de. Onun aracılığı ile bir süre köy enstitülerinde saz öğretmenliği de yapmış. Sırasıyla, Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli, Akpınar köy enstitülerinde bulunmuş.
1952 yılında İstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Âşık Veysel'e, 1965 yılında T.B.M.M. tarafından "Anadilimize ve millî birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatanî hizmet tertibinde aylık bağlamıştır.
Âşık Veysel, Sivrialan köyündeki bahçesinde ilk ağaç eken, fidan yetiştiren köylüdür. Âşıkların harman olduğu bölgesinde, hepsinden ayrı hepsinden özlü bir sesle sazına yumulmuş ve ölünceye kadar birbirinden güzel ve üstün şiirleri vermiştir:
Güzelliğin on par-etmez
Bu bendeki aşk olmasa.
Eğlenecek yer bulamam
Gönlündeki köşk olmasa
Kim okurdu, kim yazardı.
Bu düğümü kim çözerdi.
Koyun kurt ile gezerdi.
Fikir başka başka-olmasa.
Şiirlerinde aşk, ölüm ve toplum temalarını işledi. Samimiyeti fikirle bağdaştırmasını bilmiş seyrek saz şairlerinden biridir. Şiirlerinde, bir yandan Yunus'un, bir yandan Karacaoğlan'ın gölgeleri fark edilir. 1973'te köyünde öldü.
Dost, dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır.
Beyhude dolandım, boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır.
Karnın yardım kazma ilen bel ilen
Yüzün yırttım, tırnağınan el ilen
Yine beni karşıladı gül ilen
Benim sadık yarim kara topraktır.
Arif Tekin
Arif Tekin (d. 1954, Diyarbakır), Kürt
kökenli Türk yazar, eski imam.
Yaşamı
Diyarbakır ilinin Kulp ilçesine bağlı Akdoruk
(Gavgas) köyünde doğdu. Nüfusa 1968 yılında 1954 doğumlu olarak kaydedildi.
Köyde ilkokul olmadığından Arap grameri üzerine medrese tahsiline başladı ve bu
öğrenim yaklaşık 15 yıl sürdü. Zaman içinde Latin harflerini öğrenip Türkçesini
geliştirdi ve dışarıdan sınavlara girerek ilkokul diplomasını aldı. Din
görevliliği sınavlarına girerek, Diyarbakır merkeze bağlı Alıcık Köyü Camii
imamlığına atandı. İmamlık görevi süresince Diyarbakır İmam Hatip Lisesi'ni
dışarıdan bitirdi. 1994'te de Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ni
bitirdi. 1999 yılında Kur'an'ın Kökeni adlı çalışmasıyla Turan Dursun Araştırma
Ödülü'nü kazandı. Arif Tekin, Kur'an tefsiri, hadis ve İslam tarihi üzerinde
çalışmalarını sürdürmektedir.
Kitapları
- Kur'an'ın Kökeni
- Muhammed ve Kurmaylarının Hanımları
- Sümerlerden İslama Kutsal Kitaplar ve Dinler
- Bilinmeyen Yönleriyle Hz. Muhammed'in Ölümü
- Kur'an'da Allah
- İslam'da İçki
- Bilinmeyen Yönleriyle Kur'an (Kur'an'ın Kökeni 2)
- Hz. Muhammed'in Hocaları
- İslam'da Cinsellik
- İslam'da Şiddet
- Hz. Ömer'in Kur'an'daki İzleri
- Kur'an'da Kadın ve Hz. Muhammed'in Hanımları
17 Ekim 2017 Salı
Arif Kaptan
Türk ressamı (İstanbul, 1906-İstanbul, 1979).
1924’te Deniz Harp Okulu’nu makine mühendisi olarak bitiren Arif Kaptan o yıllarda Galatasaray Lisesi’nde düzenlenen Güzel Sanatlar Birliği geleneksel sergüerinden birini, bir raslantı sonucu izleyip de etkilenince, ressam olmaya karar verdi.
Sami Yetik ve Ruhi Arel, ona bu yolda ilk uyarılan yaptılar, ilk önerilerde bulundular. Doğadan resim çizerek başladığı yeni mesleğini, Ali Çelebi ve özellikle Nazrtıi Ziya yanmda resim çalışarak geliştirdi. Güzel Sanatlar Akademisi’ ne bir süre dışardan devam ederek, Nazmi Ziya’nın atölyesinde izlenimci resmin inceliklerini öğrendi.
Nazmi Ziya ona, doğanın koynunda yatan sayısız gizleri öğrenebilmek için, doğa karşısında uzun süre çalışmak gerektiği yolunda bügiler verdi. Böylece Heybeliada Deniz Harp Okulu’ndaki öğrencüik yıllarında Ruhi Bey’den almış olduğu ilk derslerini, bu yeni bilgilerin ışığında geliştirdi. Bir ara İbrahim Çallı’nın yanında çalıştı. 1933’te kurulan D Grubu’na katıldı, bu grubun ortak sergüerine resim verdi.
1935’te Güzel Sanatlar Akademisi salonlarında düzenlediği ilk kişisel sergisiyle dikkati çekti. Askerlik mesleğinden bütünüyle ayrılarak kendini resim çalışmalarına verdi. 1939’da düzenlenen I. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nde üçüncülük ödülünü kazandı.
1940’ta düzenlenen yurt gezilerine katılarak Kastamonu’ya gönderildi, buradan yaptığı resimlerini ertesi yılın devlet sergisinde gösterdi. 1947’de Paris’e gitti. İki yıl kadar Andre Lhote’un atölyesinde sanat eğitimi gördü. O zamana kadar kendi deyimiyle “tabiat karşısında duygulu peyzajlar yapan” Arif Kaptan, Paris’ te gördüğü bu eğitimin de etkisiyle yeni bir figüratif anlayışa yöneldi.
1957’de oğlu Haşan Kaptan’la birlikte Paris’e ikinci kez gitti. Orada kaldığı beş yıl sürekli çalıştı. Devlet sergilerine düzenli olarak katılan sanatçı, 1955’teki 17. sergide ikincilik ödülünü aldı, ayrıca Çanaklı Armağanı’nı kazandı. Başlıca yapıtları Ankara ve İstanbul Resim ve Heykel Müzelerinde, Ankara Milli Kütüphane koleksiyonunda, özel ve resmi koleksiyonlarda bulunmaktadır.
Arif Kaptan’ın Sanatı
Arif Kaptanın bir tablosu Arif Kaptan’ın Paris döneminden önce yaptığı resimler, hocaları Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı etkilerinin yönlendirdiği izlenimci bir anlayışa bağlıdır. Doğanın serbest bir palet ve duygulu bir renkçilikle yorumlandığı bu resimlerinde, öncü bir ustanm peşinden gitmenin içten sezgileri egemendir.
Bir yandan da Cezaime ve Utrillo etkileri ağır basar. 1947-1949 yıllan arasını kapsayan Andre Lhote atölyesi çalışmaları, Arif Kaptan’da çizgiye ve konstrüksiyona yönelme çabalarını yoğunlaştırmıştır.
1955’lerden sonra bu çabaların, soyut araştırmalarla biraz daha geliştiğini görürüz. 1955 sonrası resimlerinde Arif Kaptan, soyutlama çabalarını daha ileri bir noktaya götürür, buruşturulmuş kâğıt üstüne pastel ve suluboya uyguladığı resimleri kadar, dikey doğrularla oluşturduğu yağlıboya çalışmalarında da doğayı anımsatmayan salt soyut bir anlayışı benimser.
Bu tür resimleri için şöyle der: “Ben içimi sarmış soyut bir tabiata bakıyorum. Oradan hareket ediyorum, daima görülmemiş, keşfedilmemiş bir armoniye varmak istiyorum. Şimdiki resimlerimden de çılgınca tabiatı sevdiğim zamanlardaki gibi aynı zevki alıyorum, aynı heyecanı duyuyorum.”
Bu sözlerinden de anlaşılacağı gibi Arif Kaptan, soyutu, yaşamdan kopuk bir biçimler düzenlemesi olarak görmüyor, tersine, yaşamla bu soyut bireşimler arasında bağlantılar kuracak yoğun bir duyarlığı amaçlıyordu.
İlk çalışmalarının doğaya açık bir çizgi üstünde gelişmiş olması, sonraki soyut dönemi için de bir tür soyut doğa imgesini ön plana çıkarmış ve bu yol da kararlı, bilinçli bir yol izlemesini kolaylaştırmıştır.
1924’te Deniz Harp Okulu’nu makine mühendisi olarak bitiren Arif Kaptan o yıllarda Galatasaray Lisesi’nde düzenlenen Güzel Sanatlar Birliği geleneksel sergüerinden birini, bir raslantı sonucu izleyip de etkilenince, ressam olmaya karar verdi.
Sami Yetik ve Ruhi Arel, ona bu yolda ilk uyarılan yaptılar, ilk önerilerde bulundular. Doğadan resim çizerek başladığı yeni mesleğini, Ali Çelebi ve özellikle Nazrtıi Ziya yanmda resim çalışarak geliştirdi. Güzel Sanatlar Akademisi’ ne bir süre dışardan devam ederek, Nazmi Ziya’nın atölyesinde izlenimci resmin inceliklerini öğrendi.
Nazmi Ziya ona, doğanın koynunda yatan sayısız gizleri öğrenebilmek için, doğa karşısında uzun süre çalışmak gerektiği yolunda bügiler verdi. Böylece Heybeliada Deniz Harp Okulu’ndaki öğrencüik yıllarında Ruhi Bey’den almış olduğu ilk derslerini, bu yeni bilgilerin ışığında geliştirdi. Bir ara İbrahim Çallı’nın yanında çalıştı. 1933’te kurulan D Grubu’na katıldı, bu grubun ortak sergüerine resim verdi.
1935’te Güzel Sanatlar Akademisi salonlarında düzenlediği ilk kişisel sergisiyle dikkati çekti. Askerlik mesleğinden bütünüyle ayrılarak kendini resim çalışmalarına verdi. 1939’da düzenlenen I. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nde üçüncülük ödülünü kazandı.
1940’ta düzenlenen yurt gezilerine katılarak Kastamonu’ya gönderildi, buradan yaptığı resimlerini ertesi yılın devlet sergisinde gösterdi. 1947’de Paris’e gitti. İki yıl kadar Andre Lhote’un atölyesinde sanat eğitimi gördü. O zamana kadar kendi deyimiyle “tabiat karşısında duygulu peyzajlar yapan” Arif Kaptan, Paris’ te gördüğü bu eğitimin de etkisiyle yeni bir figüratif anlayışa yöneldi.
1957’de oğlu Haşan Kaptan’la birlikte Paris’e ikinci kez gitti. Orada kaldığı beş yıl sürekli çalıştı. Devlet sergilerine düzenli olarak katılan sanatçı, 1955’teki 17. sergide ikincilik ödülünü aldı, ayrıca Çanaklı Armağanı’nı kazandı. Başlıca yapıtları Ankara ve İstanbul Resim ve Heykel Müzelerinde, Ankara Milli Kütüphane koleksiyonunda, özel ve resmi koleksiyonlarda bulunmaktadır.
Arif Kaptan’ın Sanatı
Arif Kaptanın bir tablosu Arif Kaptan’ın Paris döneminden önce yaptığı resimler, hocaları Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı etkilerinin yönlendirdiği izlenimci bir anlayışa bağlıdır. Doğanın serbest bir palet ve duygulu bir renkçilikle yorumlandığı bu resimlerinde, öncü bir ustanm peşinden gitmenin içten sezgileri egemendir.
Bir yandan da Cezaime ve Utrillo etkileri ağır basar. 1947-1949 yıllan arasını kapsayan Andre Lhote atölyesi çalışmaları, Arif Kaptan’da çizgiye ve konstrüksiyona yönelme çabalarını yoğunlaştırmıştır.
1955’lerden sonra bu çabaların, soyut araştırmalarla biraz daha geliştiğini görürüz. 1955 sonrası resimlerinde Arif Kaptan, soyutlama çabalarını daha ileri bir noktaya götürür, buruşturulmuş kâğıt üstüne pastel ve suluboya uyguladığı resimleri kadar, dikey doğrularla oluşturduğu yağlıboya çalışmalarında da doğayı anımsatmayan salt soyut bir anlayışı benimser.
Bu tür resimleri için şöyle der: “Ben içimi sarmış soyut bir tabiata bakıyorum. Oradan hareket ediyorum, daima görülmemiş, keşfedilmemiş bir armoniye varmak istiyorum. Şimdiki resimlerimden de çılgınca tabiatı sevdiğim zamanlardaki gibi aynı zevki alıyorum, aynı heyecanı duyuyorum.”
Bu sözlerinden de anlaşılacağı gibi Arif Kaptan, soyutu, yaşamdan kopuk bir biçimler düzenlemesi olarak görmüyor, tersine, yaşamla bu soyut bireşimler arasında bağlantılar kuracak yoğun bir duyarlığı amaçlıyordu.
İlk çalışmalarının doğaya açık bir çizgi üstünde gelişmiş olması, sonraki soyut dönemi için de bir tür soyut doğa imgesini ön plana çıkarmış ve bu yol da kararlı, bilinçli bir yol izlemesini kolaylaştırmıştır.
Alper Sedat Aslandaş
Alper Sedat Aslandaş
1965’te Bünyan’da doğdu. Bünyan Lisesi’nden sonra 1986’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1986 -1993 yılları arasında Serbest Avukatlık görevini yürüttü. 1993 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi Hukuk Müşavirliği görevine başladı. Serbest araştırmacılık ve CHP Meclis Grubu Hukuk Danışmanlığı yaptı. 1991’de “1982 Anayasasında Cumhurbaşkanlığı” adlı (Baskın Bıçakçı ile ortak) çalışmasıyla Milliyet gazetesinin Sosyal Bilimler Araştırma Ödülü’nü; 1992’de “Siyasi Gelişmeler ve Demokratikleşme” adlı çalışmasıyla yine Milliyet’in Türkiye’nin Sorunları konulu Araştırma Ödülü’nü kazandı.
Halen TBMM Hukuk Müşavirliği görevini yürütmektedir.
Eseri:
Alper Sedat Aslandaş ve Baskın Bıçakçı, Popüler Siyasî Deyimler Sözlüğü, İletişim Yayınları, İstanbul, 1995.
Alper Canıgüz
Alper Canıgüz (d. 1969, İstanbul), Türk yazar.
Darüşşafaka Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi psikoloji bölümünü bitirdi.
Jules Verne, Michel Zevaco, Dostoyevski, Italo Calvino, Vladimir Nabokov ve John Fowles`tan etkilenmiştir.
Darüşşafaka Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi psikoloji bölümünü bitirdi.
Jules Verne, Michel Zevaco, Dostoyevski, Italo Calvino, Vladimir Nabokov ve John Fowles`tan etkilenmiştir.
Aliyar Dengiz
1959 yılında doğdu. Galatasaray Lisesi’ni 1978’de bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi’nde, Pakistan Karaçi Üniversitesi Dow Medical College’de okuduktan sonra İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu.
Üniversite öğrencisiyken 1982 yılında “Hürriyet” gazetesinde gazeteciliğe başladı. “Günaydın” gazetesi ve Sabah Dergi Grubu’nda çeşitli görevler üstlendikten sonra “çalışmama hakkını” kullanmaya başladı. Bu süreçte de ilk kitabı “Baba Oğul ve Hayal” ortaya çıktı.
Üniversite öğrencisiyken 1982 yılında “Hürriyet” gazetesinde gazeteciliğe başladı. “Günaydın” gazetesi ve Sabah Dergi Grubu’nda çeşitli görevler üstlendikten sonra “çalışmama hakkını” kullanmaya başladı. Bu süreçte de ilk kitabı “Baba Oğul ve Hayal” ortaya çıktı.
Ali Nihat Babaoğlu
1936 İstanbul doğumlu, İstanbul Tıp Fakültesi mezunu olup Almanya'da psikiyatri eğitimi almıştır. Gizler ve Gizemler adlı çalışmasıyla ezoterik ve batıni oluşumları tarihsel perspektifi bağlamında incelemiştir.
Ali Mithat İnan
1940 Şanlıurfa doğumludur. İlk ve orta öğrenimimi Şanlıurfa'da tamamladı.
1965 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin Türkoloji Bölümü'nden mezun oldu. Çeşitli askeri ve diğer okullarda öğretmenlik yaptı. Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etütler Dairesi'nden Albay rütbesi ile emekli oldu. 1987 yılında A.Ü. Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü'nde master yaptı.
1963'ten bu yana çeşitli süreli yayınlarda şiir ve yazıları yayınlandı.
1976 yılında eşi Oya İnan'la birlikte, Harf Devrimi üzerine yazmış oldukları "Cumhuriyeti Yazıda Yaşatmak" adlı kitabıyla Milliyet Karacan Kitap Yarışması'nda İkincilik ödülünü; yine 1980 yılındaki Milliyet Karacan Kitap Yarışması'nda "Türkiye Gündemi ve Varolma Deneyleri" adlı kitaplarıyla birincilik ödülünü aldılar.
1989 yılında "Toplum, İdeoloji ve Gençlik" adlı ilk kitabını Gündoğan Yayınları'nda yayınladı.
1996 yılında, Master Tezi olan "Atatürk'ün Not Defterleri" adlı çalışmasının birinci baskısı yapıldı.
IX'ncu Uluslararası Tarih Kongresi'ne ve I'nci Uluslararası Atatürk Sempozyumu'na birer bildiri ile katıldı. Milliyet gazetesinin 24 ciltlik Ansiklopedisi ile İletişim Yayınları'nın Tanzimat Dönemi Ansiklopedilerine Askeri Tarih Uzmanı olarak çeşitli maddeleri hazırladı.
Halen Ankara Üniversitesi'nde İnkılap Tarihi öğretim görevlisidir.
1965 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin Türkoloji Bölümü'nden mezun oldu. Çeşitli askeri ve diğer okullarda öğretmenlik yaptı. Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etütler Dairesi'nden Albay rütbesi ile emekli oldu. 1987 yılında A.Ü. Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü'nde master yaptı.
1963'ten bu yana çeşitli süreli yayınlarda şiir ve yazıları yayınlandı.
1976 yılında eşi Oya İnan'la birlikte, Harf Devrimi üzerine yazmış oldukları "Cumhuriyeti Yazıda Yaşatmak" adlı kitabıyla Milliyet Karacan Kitap Yarışması'nda İkincilik ödülünü; yine 1980 yılındaki Milliyet Karacan Kitap Yarışması'nda "Türkiye Gündemi ve Varolma Deneyleri" adlı kitaplarıyla birincilik ödülünü aldılar.
1989 yılında "Toplum, İdeoloji ve Gençlik" adlı ilk kitabını Gündoğan Yayınları'nda yayınladı.
1996 yılında, Master Tezi olan "Atatürk'ün Not Defterleri" adlı çalışmasının birinci baskısı yapıldı.
IX'ncu Uluslararası Tarih Kongresi'ne ve I'nci Uluslararası Atatürk Sempozyumu'na birer bildiri ile katıldı. Milliyet gazetesinin 24 ciltlik Ansiklopedisi ile İletişim Yayınları'nın Tanzimat Dönemi Ansiklopedilerine Askeri Tarih Uzmanı olarak çeşitli maddeleri hazırladı.
Halen Ankara Üniversitesi'nde İnkılap Tarihi öğretim görevlisidir.
Ali Kuşçu
Türk Dünyası'nın en büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, 15. Yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğdu. Babası Muhammed ünlü Türk sultanı ve astronomu Uluğ Bey’in kuşçusu olduğu için ailesi "Kuşçu" lakabıyla tanındı.
Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomi’ye ilgi duyan Ali Kuşçu devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızade Rumi, Gıyaseddin Cemşid ve Muinüddin Kaşi’den matematik ve astronomi dersleri aldı. Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman’a gitti. Burada Hallü Eşkali Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrid adlı eserini yazdı.
Daha sonra tekrar Semerkant’a dönen Ali Kuşçu, Kadızadei Rumi’nin ölümü üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkant Rasathanesine müdür olarak atandı. Ancak Uluğ Bey’in 1449’da öldürülmesi üzerine Semerkant medresesi ve rasathanesindeki çalışmalarına son vererek Tebriz’e gitti. Bir süre sonra da Uzun Hasan’ın elçisi olarak İstanbul’a Fatih Sultan Mehmet’e gitti.
Ali Kuşçu bu elçilik görevini tamamladıktan sonra Fatih’in ricası üzerine tekrar İstanbul’a dönerek Osmanlı İmparatorluğu hizmetine girdi. Kuşçu’nun ders vermeye başlamasıyla İstanbul medreselerinde Astronomi ve matematik alanında büyük gelişme oldu.
Burada Matematik ve Astronomi alanında Risale Fi’l-Hey’e (Astronomi Risalesi), Risale Fi’l-Hesap Matematik Risalesi), Risale Fi’l-Fethiye (Fetih Risalesi) ve Risale Fi’l-Muhammediye (Cebir ve hesap üzerine) başta olmak üzere çok sayıda eser yazan Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti.
Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomi’ye ilgi duyan Ali Kuşçu devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızade Rumi, Gıyaseddin Cemşid ve Muinüddin Kaşi’den matematik ve astronomi dersleri aldı. Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman’a gitti. Burada Hallü Eşkali Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrid adlı eserini yazdı.
Daha sonra tekrar Semerkant’a dönen Ali Kuşçu, Kadızadei Rumi’nin ölümü üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkant Rasathanesine müdür olarak atandı. Ancak Uluğ Bey’in 1449’da öldürülmesi üzerine Semerkant medresesi ve rasathanesindeki çalışmalarına son vererek Tebriz’e gitti. Bir süre sonra da Uzun Hasan’ın elçisi olarak İstanbul’a Fatih Sultan Mehmet’e gitti.
Ali Kuşçu bu elçilik görevini tamamladıktan sonra Fatih’in ricası üzerine tekrar İstanbul’a dönerek Osmanlı İmparatorluğu hizmetine girdi. Kuşçu’nun ders vermeye başlamasıyla İstanbul medreselerinde Astronomi ve matematik alanında büyük gelişme oldu.
Burada Matematik ve Astronomi alanında Risale Fi’l-Hey’e (Astronomi Risalesi), Risale Fi’l-Hesap Matematik Risalesi), Risale Fi’l-Fethiye (Fetih Risalesi) ve Risale Fi’l-Muhammediye (Cebir ve hesap üzerine) başta olmak üzere çok sayıda eser yazan Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti.
Ali Emiri Efendi
Ali Emiri araştırmacı ve Tezkire yazarı, Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lugat-it Türk isimli muazzam eserini Türk kültür hayatına kazandıran kişi ve Millet kütüphanesinin kurucusudur.
1857’de Diyarbakır’da doğan Ali Emiri, daha küçüklüğünden itibaren okumaya ve araştırmaya meraklıydı. Sekiz on yaşlarında, eski yapılar üzerindeki yazıları okuyup anlamaya çalışıyordu.
Ayrıca şiiri de seviyordu. Güçlü bir hafızaya da sahip olan Ali Emiri, dokuz yaşındayken, beş yüzden fazla şairin şiirlerinin yer aldığı Nevadir’ül Asar isimli eserdeki dört bin beyiti ezberlemişti bile. Gençliğinde hat sanatıyla da meşgul olan Ali Emiri bu konuda oldukça başarılı sayılır. Çünkü, yazdığı bazı levhalar Diyarbakır’da camilere asılmıştı.
Ali Emiri çok yönlü bir şahsiyete sahipti. Fakat, kitap okuma merakı her şeyin üstündeydi. Durmadan ve büyük bir iştahla devamlı surette kitap okuyordu. Bundan dolayı daha gençlik yıllarında Doğu Edebiyatı’na ait bir çok kitabı okuyup ezberlemişti.
Bu yıllarını kendisi şöyle anlatıyor:"Eğlenmeye merakım yok idi. Üstadımızla gezintiye gittiğimizde, çocuklarla oyun oynarken, ben bir tarafa çekilir kitap okurdum." Emiri, özellikle tarih kitaplarını da okumayı çok seviyordu. Bu sevgi o kadar büyüktü ki, bazen uykusunu bile bu uğurda feda ediyordu.
Geceleri kitabi okurken, çoğu zaman sabahı ettiğinin farkına bile varmazdı. Uyuduğu zaman da yanındakileri uyutmazdı. Çünkü, uykudan önce okuduğu kitapları, uykusunda yüksek sesle tekrar ederdi. Okumaları o dereceye vardı ki, vücudu zayıf düşüp hasta oldu.
Doktorların kitap okumayı bırakıp gezmeyecek ama tavsiyesini de yerine getiremedi. Kitap okuma merakı babasının ticari islerine de zarar verdi. Babası Ali Emiri’yi onbeş yasındayken, onu çarşıda bir dükkan açarak ticarete hazırlamak istedi.
Fakat Ali’nin aklı parada pulda değil, kitaplardaydı. Dükkan içinde de kitap okumasını sürdürdü. Dükkana bir müşteri girdiğinde, “Mal orada. Fiyatı da sudur. Alacaksanız indireyim, yoksa beni boş yere meşgul etmeyin” diye sesleniyordu. Bunun üzerine müşteri de mal almadan gidiyordu.
Babası oğlunun ticarete faydadan ziyade zarar verdiğini görünce, onu dükkandan uzaklaştırmak zorunda kaldı.
Çalışma hayatı memuriyette geçti. Katip, Maliye Müfettişi ve defterdar olarak Diyarbakır, Selanik, Adana, Leskovik, Kırşehir, Trablusşam, Elazığ, Erzurum, Yanya, İşkodra, Halep ve Yemen’de otuz yıl kadar memuriyet görevinde bulundu. Çok sevdiği kitaplarla daha çok meşgul olabilmek için 1908’de kendi arzusuyla emekli oldu.
Emekliye ayrıldıktan sonra Ali Emiri, kalan hayatını İstanbul’da kitapları arasında geçirdi. Akşamları Divanyolu’ndaki Diyarbakır Kıraathanesine gidiyor, dostları ile sohbet ediyordu. Onun bu sohbetlerini Dr. Muhtar Tevfikoğlu şöyle anlatıyor: "Dostları dediğim, öğrencileri, daha doğrusu öğrenci hüviyetine bürünmüş arkadaşları. Ama nasıl öğrenciler? Her biri kendi sahasında tanınmış ilim ve fikir adamı, eser sahibi, kalem erbapları. Sohbet dediğim de bir nevi ders. O yaşlı başlı, kelli felli adamlar öğrenme heyecanı içinde, Emiri’nin etrafını sarmışlar, durmadan bir şeyler soruyorlar. Bazı ilmi meselelerde tereddütlerini gideriyorlar. Bilmedikleri kaynakları öğreniyorlar. Yeni mehazlar elde ediyorlar. Kısacası ondan bir anlamda ders alıyorlardı."
Milletinin kültür mirasının korunmasında böylesine çok büyük hassasiyetler gösteren, her türlü maddi menfaatleri hiç düşünmeden elinin tersiyle iten Ali Emiri Efendi, üç gün süren bir hastalıktan sonra, 23 Ocak 1924’te Fransız hastanesinde vefat etti. Mezarı, Fatih türbesi avlusundadır.
1857’de Diyarbakır’da doğan Ali Emiri, daha küçüklüğünden itibaren okumaya ve araştırmaya meraklıydı. Sekiz on yaşlarında, eski yapılar üzerindeki yazıları okuyup anlamaya çalışıyordu.
Ayrıca şiiri de seviyordu. Güçlü bir hafızaya da sahip olan Ali Emiri, dokuz yaşındayken, beş yüzden fazla şairin şiirlerinin yer aldığı Nevadir’ül Asar isimli eserdeki dört bin beyiti ezberlemişti bile. Gençliğinde hat sanatıyla da meşgul olan Ali Emiri bu konuda oldukça başarılı sayılır. Çünkü, yazdığı bazı levhalar Diyarbakır’da camilere asılmıştı.
Ali Emiri çok yönlü bir şahsiyete sahipti. Fakat, kitap okuma merakı her şeyin üstündeydi. Durmadan ve büyük bir iştahla devamlı surette kitap okuyordu. Bundan dolayı daha gençlik yıllarında Doğu Edebiyatı’na ait bir çok kitabı okuyup ezberlemişti.
Bu yıllarını kendisi şöyle anlatıyor:"Eğlenmeye merakım yok idi. Üstadımızla gezintiye gittiğimizde, çocuklarla oyun oynarken, ben bir tarafa çekilir kitap okurdum." Emiri, özellikle tarih kitaplarını da okumayı çok seviyordu. Bu sevgi o kadar büyüktü ki, bazen uykusunu bile bu uğurda feda ediyordu.
Geceleri kitabi okurken, çoğu zaman sabahı ettiğinin farkına bile varmazdı. Uyuduğu zaman da yanındakileri uyutmazdı. Çünkü, uykudan önce okuduğu kitapları, uykusunda yüksek sesle tekrar ederdi. Okumaları o dereceye vardı ki, vücudu zayıf düşüp hasta oldu.
Doktorların kitap okumayı bırakıp gezmeyecek ama tavsiyesini de yerine getiremedi. Kitap okuma merakı babasının ticari islerine de zarar verdi. Babası Ali Emiri’yi onbeş yasındayken, onu çarşıda bir dükkan açarak ticarete hazırlamak istedi.
Fakat Ali’nin aklı parada pulda değil, kitaplardaydı. Dükkan içinde de kitap okumasını sürdürdü. Dükkana bir müşteri girdiğinde, “Mal orada. Fiyatı da sudur. Alacaksanız indireyim, yoksa beni boş yere meşgul etmeyin” diye sesleniyordu. Bunun üzerine müşteri de mal almadan gidiyordu.
Babası oğlunun ticarete faydadan ziyade zarar verdiğini görünce, onu dükkandan uzaklaştırmak zorunda kaldı.
Çalışma hayatı memuriyette geçti. Katip, Maliye Müfettişi ve defterdar olarak Diyarbakır, Selanik, Adana, Leskovik, Kırşehir, Trablusşam, Elazığ, Erzurum, Yanya, İşkodra, Halep ve Yemen’de otuz yıl kadar memuriyet görevinde bulundu. Çok sevdiği kitaplarla daha çok meşgul olabilmek için 1908’de kendi arzusuyla emekli oldu.
Emekliye ayrıldıktan sonra Ali Emiri, kalan hayatını İstanbul’da kitapları arasında geçirdi. Akşamları Divanyolu’ndaki Diyarbakır Kıraathanesine gidiyor, dostları ile sohbet ediyordu. Onun bu sohbetlerini Dr. Muhtar Tevfikoğlu şöyle anlatıyor: "Dostları dediğim, öğrencileri, daha doğrusu öğrenci hüviyetine bürünmüş arkadaşları. Ama nasıl öğrenciler? Her biri kendi sahasında tanınmış ilim ve fikir adamı, eser sahibi, kalem erbapları. Sohbet dediğim de bir nevi ders. O yaşlı başlı, kelli felli adamlar öğrenme heyecanı içinde, Emiri’nin etrafını sarmışlar, durmadan bir şeyler soruyorlar. Bazı ilmi meselelerde tereddütlerini gideriyorlar. Bilmedikleri kaynakları öğreniyorlar. Yeni mehazlar elde ediyorlar. Kısacası ondan bir anlamda ders alıyorlardı."
Milletinin kültür mirasının korunmasında böylesine çok büyük hassasiyetler gösteren, her türlü maddi menfaatleri hiç düşünmeden elinin tersiyle iten Ali Emiri Efendi, üç gün süren bir hastalıktan sonra, 23 Ocak 1924’te Fransız hastanesinde vefat etti. Mezarı, Fatih türbesi avlusundadır.
Ali Çimen
ALİ ÇİMEN
1971 yılında İstanbul/Üsküdar’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra yüksek öğrenimini bir süre Karadeniz Teknik Üniversitesi Turizm ve Otel İşletmeciliği Bölümü’nde devam ettirdi. Ardından 1991’de İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümündeki eğitimiyle eşzamanlı olarak ZAMAN gazetesinde gazetecilik serüvenine başladı. Uzun yıllar gazetenin İstanbul’daki merkezinde Dış Haberler, Haber Merkezi ve Magazin servislerinde çevirmen, muhabir, redaktör ve editör olarak görev yaptı.
Aynı gazetenin Frankfurt, Amsterdam ve Londra merkezlerinde de uzun süre çalışan yazar, gazetecilik kariyerini halen Fransa’da, uluslararası haber kanalı EURONEWS’in Haber Merkezi’nde sürdürüyor. Uluslararası basın kartı sahibi olan Ali Çimen, İngilizce, Almanca ve Hollandaca bilmektedir.
www.alicimen.org
alicimen@gmail.com
www.facebook.com/alicimen
www.twitter.com/alicimen
Yayınlanmış Eserleri
- Echelon
- İpler Kimin Elinde (Hakan Yılmaz ile birlikte)
- İnsanoğlunun Uzay Macerası
- Tarihi Değiştiren Konuşmalar
- Tarihi Değiştiren Savaşlar (Göknur Göğebakan ile birlikte)
- Tarihi Değiştiren Kadınlar
- Tarihi Değiştiren Askerler
- Tarihi Değiştiren Bilginler
- Tarihi Değiştiren Olaylar
- Tarihi Değiştiren İmparatorluklar
- Tarihi Değiştiren Diktatörler
Alev Alatlı
Alev Alatlı kimdir, Türk edebiyatının usta yazarı.
1944‘te, Menemen, İzmir‘de dünyaya geldi. Ankara‘da başladığı ilkokulu, babasının mesleği dolayısıyla ülkenin muhtelif okullarında tamamladı. Ortaokuldan sonra da babasının ateşemiliter olarak Tokyo‘ya gönderilmesi, Alatlı’nın da Tokyo macerasını başlattı. Lise’yi Amerikan Kolejinde bitirdi. Daha sonra ailesiyle beraber Türkiye‘ye döndü ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi Ekonomi-İstatistik bölümüne girdi.
Üniversite’yi bitirdikten sonra yüksek lisans yapmak üzere Amerika‘ya gitti. Daha sonra doktorasını Felsefe üzerine verdi. Alatlı, bu dönemde ilgi duymaya başladığı Düşünce Tarihi ve İlahiyat üzerine Türkiye’ye döndüğünde 5 yıl araştırmalar yaptı. İstanbul Üniversitesi ve DPT‘de görev aldı. Daha sonra Universty of California, Berkeley‘in Türkiye’de yürüttüğü bir psiko-dilbilim projesinin İstanbul ayağını üstlendi. Cumhuriyet Gazetesi ile ortak “Bizim English” isimli, Türkçe temelli bir İngilizce öğretim dergisi çıkardı. YAZKO yazarlar kooperatifinde görev aldı. 1984 yılında hep yapmak istediği bir işi yapmak için eve çekildi ve yazmaya başladı.
Basılan ilk romanı “Yaseminler Tüter mi Hala?” Ocak, 1985‘te çıktı. “Yaseminler Türer mi Hala?” Eleni olarak doğan, Naciye‘ye dönüşen, Türk kocasına dört çocuk doğurduktan sonra Eski Hisar göçmeni bir Anadolu Rum’u ile evlenen kadının gerçeğe yakın hikayesini işliyordu.
İkinci kitabı, “İşkenceci” bir yıl sonra geldi, 1986. Burada da “şiddet“i ve şiddetin türevi “işkence“yi irdeledi, Türk toplumunun şiddete yatkınlığına işaret etti.
Alatlı, bu eserden sonra Türkiye Psikoloji de denilebilecek eserler meydana getirmeye başladı. Bu bağlamda “Or’de kimse varmı?” adlı dört ciltlik kitabını yayımladı. Alev Alatlı bu kitap hakkında şunları söylüyor:
Yazarın son kitabı iki ciltlik “Schrödinger’in Kedisi“. Kitap “2035 Türkiye’sine dair, fütüristik bir bilim kurgu değil, bilimi temel alan kurgu” olarak değerlendiriliyor yazar tarafından. Dinden, eğitime, ekonomiden, aile yaşamına kadar, bilimdeki yeni gelişmeler ışığı altında ülkemize neler olabileceğini anlatıyor kitap.
Yapıtları
Roman
Or'da Kimse Var mı? dizisi:
1. Viva La Muerte (Yaşasın ölüm) (1992)
2. 'Nuke' Türkiye (1993)
3. Valla Kurda Yedirdin Beni (1993)
4. O.K. Musti Türkiye Tamamdır (1994)
5. Beyaz Türkler Küstüler[4] (2013)
Schrödinger'in Kedisi:
1. Kâbus (2001)
2. Rüya (2001)...
Gogol'un İzinde:
1. Aydınlanma Değil, Merhamet! (2005)
2. Dünya Nöbeti (2007)
3. Eyy Uhnem! Eyy Uhnem! (2008)
İnceleme - Deneme
Derleme
Tercüme
Diğer
1944‘te, Menemen, İzmir‘de dünyaya geldi. Ankara‘da başladığı ilkokulu, babasının mesleği dolayısıyla ülkenin muhtelif okullarında tamamladı. Ortaokuldan sonra da babasının ateşemiliter olarak Tokyo‘ya gönderilmesi, Alatlı’nın da Tokyo macerasını başlattı. Lise’yi Amerikan Kolejinde bitirdi. Daha sonra ailesiyle beraber Türkiye‘ye döndü ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi Ekonomi-İstatistik bölümüne girdi.
Üniversite’yi bitirdikten sonra yüksek lisans yapmak üzere Amerika‘ya gitti. Daha sonra doktorasını Felsefe üzerine verdi. Alatlı, bu dönemde ilgi duymaya başladığı Düşünce Tarihi ve İlahiyat üzerine Türkiye’ye döndüğünde 5 yıl araştırmalar yaptı. İstanbul Üniversitesi ve DPT‘de görev aldı. Daha sonra Universty of California, Berkeley‘in Türkiye’de yürüttüğü bir psiko-dilbilim projesinin İstanbul ayağını üstlendi. Cumhuriyet Gazetesi ile ortak “Bizim English” isimli, Türkçe temelli bir İngilizce öğretim dergisi çıkardı. YAZKO yazarlar kooperatifinde görev aldı. 1984 yılında hep yapmak istediği bir işi yapmak için eve çekildi ve yazmaya başladı.
Basılan ilk romanı “Yaseminler Tüter mi Hala?” Ocak, 1985‘te çıktı. “Yaseminler Türer mi Hala?” Eleni olarak doğan, Naciye‘ye dönüşen, Türk kocasına dört çocuk doğurduktan sonra Eski Hisar göçmeni bir Anadolu Rum’u ile evlenen kadının gerçeğe yakın hikayesini işliyordu.
İkinci kitabı, “İşkenceci” bir yıl sonra geldi, 1986. Burada da “şiddet“i ve şiddetin türevi “işkence“yi irdeledi, Türk toplumunun şiddete yatkınlığına işaret etti.
Alatlı, bu eserden sonra Türkiye Psikoloji de denilebilecek eserler meydana getirmeye başladı. Bu bağlamda “Or’de kimse varmı?” adlı dört ciltlik kitabını yayımladı. Alev Alatlı bu kitap hakkında şunları söylüyor:
Yazarın son kitabı iki ciltlik “Schrödinger’in Kedisi“. Kitap “2035 Türkiye’sine dair, fütüristik bir bilim kurgu değil, bilimi temel alan kurgu” olarak değerlendiriliyor yazar tarafından. Dinden, eğitime, ekonomiden, aile yaşamına kadar, bilimdeki yeni gelişmeler ışığı altında ülkemize neler olabileceğini anlatıyor kitap.
Yapıtları
Roman
- Yaseminler Tüter Mi Hala? (Ocak 1985)
- İşkenceci (Aralık 1986)
- Kadere Karşı Koy A.Ş. (1995)
Or'da Kimse Var mı? dizisi:
1. Viva La Muerte (Yaşasın ölüm) (1992)
2. 'Nuke' Türkiye (1993)
3. Valla Kurda Yedirdin Beni (1993)
4. O.K. Musti Türkiye Tamamdır (1994)
5. Beyaz Türkler Küstüler[4] (2013)
Schrödinger'in Kedisi:
1. Kâbus (2001)
2. Rüya (2001)...
Gogol'un İzinde:
1. Aydınlanma Değil, Merhamet! (2005)
2. Dünya Nöbeti (2007)
3. Eyy Uhnem! Eyy Uhnem! (2008)
İnceleme - Deneme
- Aydın Despotizmi (1986)
- Eylül 1998
- Hayır Diyebilmeli İnsan (2005)
- Şimdi Değilse Ne Zaman
- Yorumsuz
Derleme
- Batıya Yön Veren Metinler[5]
- Bize Yön Veren Metinler[6]
Tercüme
- Haberlerin Ağında İslam (özgün adı: Covering Islam) (1985)- Edward W. Said
- Filistin'in Sorunu (özgün adı: The Question of Palestine) (1986) - Edward W. Said
- En Emin Yol "Akvam ül-Mesâlik'li Marifat Ahval el-Memalik" (Kasım 1986) - Tunuslu Hayreddin Paşa
Diğer
- Köşe Yazarları ve Obskürantizm (araştırma)
- Ayrıca yazarın internet sitesi tartışma grubuyla birikte hazırladığı Safsata Kılavuzu isimli bir kitabı vardır. (Ocak 2001, Boyut Yayınları. ISBN 975-508-076-7)
Akşemseddin
Asıl adı Mehmed Şemseddin'dir. Fatih devri mutasavvıf ve din alimlerinden olan Akşemseddin, 1389 yılında Şam’da doğdu. Küçük yaşta babası Şeyh Hamza ile birlikte Anadolu'ya geçerek Göynük'e yerleşti. Burada medrese tahsili gördü, müderris oldu.
Özellikle hekimlik alanında derin bir bilgi sahibi idi. Çeşitli hastalıkları tedavi ediyor, özellikle ruh hastalıklarının tedavisinde başarı gösteriyordu. Bunun için kendisine Tabîb'ül-ervah yani ruhların doktoru deniyordu. Daha sonra tasavvuf yoluna girerek Hacı Bayram-ı Velî'ye intisap etti. Hacı Bayram-ı Velî’nin ölümünden sonra, onun halifesi oldu.
Akşemseddin daha sonra Edirne'ye geçti. Edirne sarayında bulunan Osmanlı padişahı II.Murad, bu genç, aşk dolusu, her bilgide üstün, olgun sofîyi ziyaret eder ve oğlu şehzade Mehmed'in eğitim ve öğretimini üzerine almasını rica eder. Akşemseddin bu teklifi reddetmez. Yıllarca ona bilgi aşılar. Şehzade Fatih, padişah olunca da yanından ayrılmaz, Onun en yakın hocası ve danışmanı olarak görevini sürdürür.
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'u kuşattığı zaman bilgisine olduğu kadar şahsına da büyük değer verdiği ak sakallı âlim Akşemseddin de beraberinde bulunuyordu. Âyet-i kerimeleri ve hadisleri tefsir ederek askere gayret ve cesaret vermeye çalışan Akşemseddin, bu arada İslâm dünyasının ulu kişisi Hazret-i Eyyûb el-Ensarî'nin İstanbul surları dibinde bulunduğu bilinen kabrini de bulmak istemişti.
Halid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el-Ensarî, Hazreti Muhammed'i Mekke'den Medine'ye hicretinde evinde misafir eden, Hazret-i Peygamberin bütün gazalarında yanında bulunan ve onun sancaktarlığını yapan zât idi. Emevîlerin ilk halifesi Muaviye, oğlu Yezîd'in kumandasındaki bir orduyu İstanbul'u fethe gönderdiği zaman, çok yaşlı bulunan Halîd bin Zeyd'i de “uğurlu kişi” olarak bu sefere memur etmişti. İslâm âleminin bu ünlü kişisi İstanbul'un muhasarası sırasında vefat etmiş ve vasiyeti gereğince surların dibindeki bir noktada toprağa verilmişti.
İslâm tarihinin verdiği bilgi bundan ibaret kalıyordu. Akşemseddin, bu bilgininin ışığı altında Hazret-i Eyyûb'un kabrinin İstanbul surları dibindeki bir noktada olduğunu biliyordu. Bundan sonrasını, XVII. yüzyılın büyük yazarı Evliya Çelebi, ünlü seyahatnamesinde şöyle nakletmektedir:
“Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u fethederken, yetmiş yedi kibar ehlullah Ebâ Eyyub'un kabrini tecessüse koyuldular. İçlerinden Akşemseddin:
“Beyim, Alemdâr-ı Resulullah Ebâ Eyyûbü'l-Ensârî bu mahalde meftundur, diyerek bir hıyâban-ı orman içine girdi. Bir seccade yaydırıp namaza durdu. İki rekâttan sonra selâm verip tekrar secdeye vardı ve rahat bir uykuya dalmış gibi öylece kaldı. Birçok kişiler, Efendi Hazretleri, Eyyûb'un kabrini bulamadığı için hicabından uykuya vardı, diye tarizler ettiler. Bir saat sonra Akşemseddin Hazretleri seccadeden başını kaldırıp, mübarek gözleri kan çanağını andırır hâlde Fatih Sultan Mehmed Han'a hitaben:
– Hünkârum, hikmet-i Hüdâ... Seccademizi tam Hazret'in kabri üzerine sermişler! diye konuştu.
Bunun üzerine seccadenin bulunduğu yer derhal kazıldıkta, üç zira (eski bir ölçü) derinlikte, dört köşe yeşil bir somaki taş ortaya çıktı ve üzerinde kûfi yazı ile, “Hâzâ Kabri Ebâ Eyyûb-ül Ensarî” diye yazılmış olduğu görüldü. Taş kaldırıldığında, Hazret-i Eyyûb'un ter ü taze vücudu safran ile boyanmış kefeni içinde ortaya çıktı. Sağ elinde tunç bir mühür vardı. Taş tekrar yerine kapatıldı, üzeri örtüldü...
İşte asırlardan beri, İstanbul'un başlıca ziyaret yeri olan Eyüp Sultanın kabri böylece bulunmuştu. Sonra bu kabre, şaheser bir türbe yapıldı. İstanbul kuşatmasının ellinci gününden sonra büyük bir Haçlı ordusu ile donanmasının Bizans’a yardıma yetişmekte olduğu haberi askerin morali üzerinde olumsuz bir tesir yapmaya başlamıştı. İşte o zaman ortaya çıkan ak sakallı Akşemseddin, orduya hitaben tarihi konuşmasını yaparak manevi gücü tekrar yerine getirmesini bilmişti:
“Ey asker... Biliniz ki, bu fetih, Cenâb-ı Hak katında size ve Sultan Mehmed Han'a takdir kılınmıştır. Kim ki bundan şüphe eder, imandan sapıtmış olur...”
Hazret-i Eyyûb'un kabrini keşfettikten sonra mânevi değeri asker nazarında pek büyümüş olan Akşemseddin'in bu sözlerine, herkes imanı ile inanmış ve üç gün sonra tarihin en büyük zaferine ulaşmasını bilmişti. Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, bir ara hocasından kendisini dervişliğe kabul ederek irşatlarda bulunmasını ister. Akşemseddin bu teklifi:
"Sen devlet işlerini gereği gibi yerine getirmeye ve saltanatı devam ettirmeye mecbursun ve bununla görevlisin. Sen benim halvetime girersen dünyanın düzeni bozulur. Senin sâlik olman değil, mâlik olman lâzımdır..." diyerek şiddetle reddetmiştir. Artık kendi görevinin de bittiğine inanmıştır. Padişahtan Göynük'e gidip, orada dersleriyle uğraşması için izin ister. Fatih hocasını bırakmak istemese de, sonunda çare olmadığını görür. Hocasını Göynük'e uğurlar. Göynük'te bir köşeye çekilerek öğrencileri ve kitaplarıyla baş başa kalan Akşemseddin, Fatih'e yazdığı mektuplarda, Ona, yeni ufuklar açar.
Ömrünün son altı yılını Göynük’te zikir, ibâdet ve fakir hastaları tedavi ile uğraşarak geçirdi. 1459 yılında Göynük'te vefat etti. Akşemseddin'in, bugün İstanbul Feyzullah Efendi Kütüphanesi'nde bulunan Hayatın Maddesi ve Tıp adında, Türkçe, elyazması iki büyük cilt eseri vardır. Ayrıca Hall-i Müşkilât, ve Makâmât-ı Evliyâ gibi eserleri bilim dünyasınca tanınmaktadır. Herhalde onun en büyük eseri, Fatih Sultan Mehmed gibi büyük bir devlet adamını yetiştirmiş olmasıdır.
Özellikle hekimlik alanında derin bir bilgi sahibi idi. Çeşitli hastalıkları tedavi ediyor, özellikle ruh hastalıklarının tedavisinde başarı gösteriyordu. Bunun için kendisine Tabîb'ül-ervah yani ruhların doktoru deniyordu. Daha sonra tasavvuf yoluna girerek Hacı Bayram-ı Velî'ye intisap etti. Hacı Bayram-ı Velî’nin ölümünden sonra, onun halifesi oldu.
Akşemseddin daha sonra Edirne'ye geçti. Edirne sarayında bulunan Osmanlı padişahı II.Murad, bu genç, aşk dolusu, her bilgide üstün, olgun sofîyi ziyaret eder ve oğlu şehzade Mehmed'in eğitim ve öğretimini üzerine almasını rica eder. Akşemseddin bu teklifi reddetmez. Yıllarca ona bilgi aşılar. Şehzade Fatih, padişah olunca da yanından ayrılmaz, Onun en yakın hocası ve danışmanı olarak görevini sürdürür.
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'u kuşattığı zaman bilgisine olduğu kadar şahsına da büyük değer verdiği ak sakallı âlim Akşemseddin de beraberinde bulunuyordu. Âyet-i kerimeleri ve hadisleri tefsir ederek askere gayret ve cesaret vermeye çalışan Akşemseddin, bu arada İslâm dünyasının ulu kişisi Hazret-i Eyyûb el-Ensarî'nin İstanbul surları dibinde bulunduğu bilinen kabrini de bulmak istemişti.
Halid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el-Ensarî, Hazreti Muhammed'i Mekke'den Medine'ye hicretinde evinde misafir eden, Hazret-i Peygamberin bütün gazalarında yanında bulunan ve onun sancaktarlığını yapan zât idi. Emevîlerin ilk halifesi Muaviye, oğlu Yezîd'in kumandasındaki bir orduyu İstanbul'u fethe gönderdiği zaman, çok yaşlı bulunan Halîd bin Zeyd'i de “uğurlu kişi” olarak bu sefere memur etmişti. İslâm âleminin bu ünlü kişisi İstanbul'un muhasarası sırasında vefat etmiş ve vasiyeti gereğince surların dibindeki bir noktada toprağa verilmişti.
İslâm tarihinin verdiği bilgi bundan ibaret kalıyordu. Akşemseddin, bu bilgininin ışığı altında Hazret-i Eyyûb'un kabrinin İstanbul surları dibindeki bir noktada olduğunu biliyordu. Bundan sonrasını, XVII. yüzyılın büyük yazarı Evliya Çelebi, ünlü seyahatnamesinde şöyle nakletmektedir:
“Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u fethederken, yetmiş yedi kibar ehlullah Ebâ Eyyub'un kabrini tecessüse koyuldular. İçlerinden Akşemseddin:
“Beyim, Alemdâr-ı Resulullah Ebâ Eyyûbü'l-Ensârî bu mahalde meftundur, diyerek bir hıyâban-ı orman içine girdi. Bir seccade yaydırıp namaza durdu. İki rekâttan sonra selâm verip tekrar secdeye vardı ve rahat bir uykuya dalmış gibi öylece kaldı. Birçok kişiler, Efendi Hazretleri, Eyyûb'un kabrini bulamadığı için hicabından uykuya vardı, diye tarizler ettiler. Bir saat sonra Akşemseddin Hazretleri seccadeden başını kaldırıp, mübarek gözleri kan çanağını andırır hâlde Fatih Sultan Mehmed Han'a hitaben:
– Hünkârum, hikmet-i Hüdâ... Seccademizi tam Hazret'in kabri üzerine sermişler! diye konuştu.
Bunun üzerine seccadenin bulunduğu yer derhal kazıldıkta, üç zira (eski bir ölçü) derinlikte, dört köşe yeşil bir somaki taş ortaya çıktı ve üzerinde kûfi yazı ile, “Hâzâ Kabri Ebâ Eyyûb-ül Ensarî” diye yazılmış olduğu görüldü. Taş kaldırıldığında, Hazret-i Eyyûb'un ter ü taze vücudu safran ile boyanmış kefeni içinde ortaya çıktı. Sağ elinde tunç bir mühür vardı. Taş tekrar yerine kapatıldı, üzeri örtüldü...
İşte asırlardan beri, İstanbul'un başlıca ziyaret yeri olan Eyüp Sultanın kabri böylece bulunmuştu. Sonra bu kabre, şaheser bir türbe yapıldı. İstanbul kuşatmasının ellinci gününden sonra büyük bir Haçlı ordusu ile donanmasının Bizans’a yardıma yetişmekte olduğu haberi askerin morali üzerinde olumsuz bir tesir yapmaya başlamıştı. İşte o zaman ortaya çıkan ak sakallı Akşemseddin, orduya hitaben tarihi konuşmasını yaparak manevi gücü tekrar yerine getirmesini bilmişti:
“Ey asker... Biliniz ki, bu fetih, Cenâb-ı Hak katında size ve Sultan Mehmed Han'a takdir kılınmıştır. Kim ki bundan şüphe eder, imandan sapıtmış olur...”
Hazret-i Eyyûb'un kabrini keşfettikten sonra mânevi değeri asker nazarında pek büyümüş olan Akşemseddin'in bu sözlerine, herkes imanı ile inanmış ve üç gün sonra tarihin en büyük zaferine ulaşmasını bilmişti. Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, bir ara hocasından kendisini dervişliğe kabul ederek irşatlarda bulunmasını ister. Akşemseddin bu teklifi:
"Sen devlet işlerini gereği gibi yerine getirmeye ve saltanatı devam ettirmeye mecbursun ve bununla görevlisin. Sen benim halvetime girersen dünyanın düzeni bozulur. Senin sâlik olman değil, mâlik olman lâzımdır..." diyerek şiddetle reddetmiştir. Artık kendi görevinin de bittiğine inanmıştır. Padişahtan Göynük'e gidip, orada dersleriyle uğraşması için izin ister. Fatih hocasını bırakmak istemese de, sonunda çare olmadığını görür. Hocasını Göynük'e uğurlar. Göynük'te bir köşeye çekilerek öğrencileri ve kitaplarıyla baş başa kalan Akşemseddin, Fatih'e yazdığı mektuplarda, Ona, yeni ufuklar açar.
Ömrünün son altı yılını Göynük’te zikir, ibâdet ve fakir hastaları tedavi ile uğraşarak geçirdi. 1459 yılında Göynük'te vefat etti. Akşemseddin'in, bugün İstanbul Feyzullah Efendi Kütüphanesi'nde bulunan Hayatın Maddesi ve Tıp adında, Türkçe, elyazması iki büyük cilt eseri vardır. Ayrıca Hall-i Müşkilât, ve Makâmât-ı Evliyâ gibi eserleri bilim dünyasınca tanınmaktadır. Herhalde onun en büyük eseri, Fatih Sultan Mehmed gibi büyük bir devlet adamını yetiştirmiş olmasıdır.
Akın Alıcı
1974 yılında Almanya’da doğdu. İlköğrenimini Kayse-ri’de yaptı, liseyi İstanbul’da okudu.
Eskişehir Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni bitirdi.
İletişim, NLP ve psikoloji ana konuları başta olmak üzere çeşitli kurumlardan pek çok dalda sertifikalar aldı.
Kişisel gelişim ve iş yönetimi alanında okuduğu üç yüzden fazla kitabın ardından bu konuların toplumumuza nasıl daha iyi aktarılabileceği üzerine araştırmalara başladı.
Bu kapsamda tarihte başarıyı yakalamış beş yüz önemli kişinin yaşamını, bin civarında gelişim öyküsünü ve yüz binden fazla özdeyiş ve atasözünü inceleyerek hazırladığı Hayata Yön Veren Sözler adlı kitabı (Epsilon Yayınevi) 2003’de yayımlandı.
Haftalarca “en çok satanlar” listesinden inmeyen bu kitabın ardından, 2004 yılında Hayata Yön Veren Öyküler (Epsilon Yayınevi) yayımlanarak ilk kitabıyla aynı listede yer aldı.
Ardından görgü kurallarının farklı bir bakış açısıyla ele alındığı Yeni Görgü Kuralları (Taksim&Taksim, 2005),Zekânın insan yaşamına etkisinin anlatıldığı Tarihe Geçen Hazırcevaplar (Epsilon Yayınevi, 2006 / Yenilenmiş 5. Baskı: Elma Yayınevi, 2011),
Hayata Yön Veren Sözler’in devamı niteliğindeki Geleceğe Yön Veren Sözler (Epsilon Yayınevi, 2007 / Gözden Geçirilmiş Yeni Baskı: Elma Yayınevi, 2011),
Hayalleri gerçeğe dönüştürmenin yollarının anlatıldığı Hayata Karşı Güç Bende (Epsilon Yayınevi, 2009) adlı kitapları sırasıyla raflarda yerini aldı.
Değişim, gelişim, yenilenme düşüncesi ve toplumsal katkı ilkesiyle çalışmalarını sürdüren Akın Alıcı, evli ve iki çocuk babasıdır.
Eskişehir Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni bitirdi.
İletişim, NLP ve psikoloji ana konuları başta olmak üzere çeşitli kurumlardan pek çok dalda sertifikalar aldı.
Kişisel gelişim ve iş yönetimi alanında okuduğu üç yüzden fazla kitabın ardından bu konuların toplumumuza nasıl daha iyi aktarılabileceği üzerine araştırmalara başladı.
Bu kapsamda tarihte başarıyı yakalamış beş yüz önemli kişinin yaşamını, bin civarında gelişim öyküsünü ve yüz binden fazla özdeyiş ve atasözünü inceleyerek hazırladığı Hayata Yön Veren Sözler adlı kitabı (Epsilon Yayınevi) 2003’de yayımlandı.
Haftalarca “en çok satanlar” listesinden inmeyen bu kitabın ardından, 2004 yılında Hayata Yön Veren Öyküler (Epsilon Yayınevi) yayımlanarak ilk kitabıyla aynı listede yer aldı.
Ardından görgü kurallarının farklı bir bakış açısıyla ele alındığı Yeni Görgü Kuralları (Taksim&Taksim, 2005),Zekânın insan yaşamına etkisinin anlatıldığı Tarihe Geçen Hazırcevaplar (Epsilon Yayınevi, 2006 / Yenilenmiş 5. Baskı: Elma Yayınevi, 2011),
Hayata Yön Veren Sözler’in devamı niteliğindeki Geleceğe Yön Veren Sözler (Epsilon Yayınevi, 2007 / Gözden Geçirilmiş Yeni Baskı: Elma Yayınevi, 2011),
Hayalleri gerçeğe dönüştürmenin yollarının anlatıldığı Hayata Karşı Güç Bende (Epsilon Yayınevi, 2009) adlı kitapları sırasıyla raflarda yerini aldı.
Değişim, gelişim, yenilenme düşüncesi ve toplumsal katkı ilkesiyle çalışmalarını sürdüren Akın Alıcı, evli ve iki çocuk babasıdır.
Ahmet Yesevi
Türk tasavvuf geleneğinin hareket noktası "Pîr-i Türkistan" Hoca Ahmet Yesevî, Güney Kazakistan'da Çimkent şehrine 7 km, bugün Türkistan adıyla tanınan Yesi şehrine 157 km uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur.
Doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. 73 yıl yaşadığı ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüş ışığında, 1093 yılında doğduğu ortaya çıkar. Babası Sayram'ın ünlü bilginlerinden İbrahim Şeyh, annesi ise Kara Saç Ana'dır. Halkın inanışı, İbrahim Şeyh'in soyunu Hz. Ali'nin oğullarından Muhammed el-Hanefî'ye çıkarır.
Ahmet Yesevî, ilk öğrenimini yedi yaşında iken kaybettiği babası İbrahim Şeyh'ten alır. Babasının vefatından sonra ise, onun eğitimini menkıbelerin Hz. Peygamber'in talimatıyla bu iş için görevlendirildiğini söyledikleri Şeyh Arslan Baba üstlenir ve Ahmet Yesevî'nin manevî babası olur.
Arslan Baba'dan tasavvufla ilgili ilk bilgileri alan Ahmet Yesevî, onun vefatından sonra yine onun önceden verdiği işarete uyarak dönemin ilim ve irfan merkezi olan Buhâra'ya gider.
Ahmet Yesevî, muhtemelen 27 yaşlarında iken, Buhâra'da, devrin önde gelen mutasavvıf ve bilginlerinden olan Şeyh Yûsuf Hemedânî'nin öğrencisi ve müridi olur. Yûsuf Hemedânî, eğer deyim yerinde ise, "gezginci bir şeyh"tir.
O, çoğunlukla Buhâra'da ikamet etmekle beraber Mevr, Semerkanî, Herat gibi önemli merkezleri dolaşarak halkı Allah yolunda hizmete çağırır, dinî açıdan aydınlatır ve özellikle dînin özünün ve temel amacının, insanın ahlâkî açıdan olgunlaşması olduğunu söylerdi .
İşte Ahmet Yesevî de hocası Yusuf Hemedânî'den dinî ve tasavvufî bilgileri onunla birlikte gezerek, görerek ve yaşayarak öğrenmiş ve öğrendiklerini de yalnız Türkistan'a değil, bütün Türk dünyasına güzel, sade ve saf Türkçesiyle vermiş ve öğretmiştir.
Nitekim o, şeyhi Yusuf Hemedânî'nin vefatından sonra onun dergâhında halifelik postuna oturmuş ve bir süre Buhâra'da Şeyhinin görevlerini üstlenmiştir. Daha sonra Yesî'ye dönen Ahmet Yesevî, vefat tarihi olan 1156 yılına kadar burayı merkez edinmiştir.
Yesî, artık Hoca Ahmet Yesevî'nin görüşleri ve eğitimiyle aydınlanan hareketli bir kent haline gelmiştir. Çünkü Türkistan'ın hemen hemen her yerinden öğrenci gelmiş ve Hoca Ahmet Yesevî'nin irşad halkasına girmişlerdir.
Yesevî ocağında öğrenimlerini tamamlayan genç-yaşlı Yesevî müritleri, Türkistan'dan Balkanlara kadar uzanan bütün Türk yurtlarında Hoca Ahmet Yesevî'nin saf ve sâde Türkçe ile söylenmiş "hikmet"lerini terennüm ettiler ve eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet'le uzlaştırmaya çalışan ve dolayısıyla kitabî dinin emirlerini tam olarak yerime getiremeyen henüz Müslüman olmuş insanlara İslâm'ın sıcak, samimî, hoşgörü, tanrı ve insan sevgisine dayalı gerçek güzel yüzünü tanıttılar.
Böylece Hoca Ahmet Yesevî'nin dinin özünü tam olarak yakalamış aydınlık görüşleri, çok kısa sürede , bütün Türk illerine yayıldı.
Hoca Ahmet Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun bozkırlarda at koşturan yarı göçebe insanlar olduklarını; kadın-erkek, yaşlı genç hareketli ve kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadeleli bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu.
Bu insanlara o, kılı kırk yaran fıkıh kuralları içinde ve Arap Acem kültür çevresinin etkileriyle boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimî ve sarsılmaz bir iman anlayışım telkin eden dinî ve ahlakî kuralları Arapça ve Farsçayı çok iyi bildiği halde; kendi dilleriyle ve onların seviyelerine uygun bir üslûpla sunmanın başarısının temeli olacağımı görmüştür.
Onun için de Türk boylarının halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında, dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı, yine Kuran'dan aldığı ilhamla öğretti.
Doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. 73 yıl yaşadığı ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüş ışığında, 1093 yılında doğduğu ortaya çıkar. Babası Sayram'ın ünlü bilginlerinden İbrahim Şeyh, annesi ise Kara Saç Ana'dır. Halkın inanışı, İbrahim Şeyh'in soyunu Hz. Ali'nin oğullarından Muhammed el-Hanefî'ye çıkarır.
Ahmet Yesevî, ilk öğrenimini yedi yaşında iken kaybettiği babası İbrahim Şeyh'ten alır. Babasının vefatından sonra ise, onun eğitimini menkıbelerin Hz. Peygamber'in talimatıyla bu iş için görevlendirildiğini söyledikleri Şeyh Arslan Baba üstlenir ve Ahmet Yesevî'nin manevî babası olur.
Arslan Baba'dan tasavvufla ilgili ilk bilgileri alan Ahmet Yesevî, onun vefatından sonra yine onun önceden verdiği işarete uyarak dönemin ilim ve irfan merkezi olan Buhâra'ya gider.
Ahmet Yesevî, muhtemelen 27 yaşlarında iken, Buhâra'da, devrin önde gelen mutasavvıf ve bilginlerinden olan Şeyh Yûsuf Hemedânî'nin öğrencisi ve müridi olur. Yûsuf Hemedânî, eğer deyim yerinde ise, "gezginci bir şeyh"tir.
O, çoğunlukla Buhâra'da ikamet etmekle beraber Mevr, Semerkanî, Herat gibi önemli merkezleri dolaşarak halkı Allah yolunda hizmete çağırır, dinî açıdan aydınlatır ve özellikle dînin özünün ve temel amacının, insanın ahlâkî açıdan olgunlaşması olduğunu söylerdi .
İşte Ahmet Yesevî de hocası Yusuf Hemedânî'den dinî ve tasavvufî bilgileri onunla birlikte gezerek, görerek ve yaşayarak öğrenmiş ve öğrendiklerini de yalnız Türkistan'a değil, bütün Türk dünyasına güzel, sade ve saf Türkçesiyle vermiş ve öğretmiştir.
Nitekim o, şeyhi Yusuf Hemedânî'nin vefatından sonra onun dergâhında halifelik postuna oturmuş ve bir süre Buhâra'da Şeyhinin görevlerini üstlenmiştir. Daha sonra Yesî'ye dönen Ahmet Yesevî, vefat tarihi olan 1156 yılına kadar burayı merkez edinmiştir.
Yesî, artık Hoca Ahmet Yesevî'nin görüşleri ve eğitimiyle aydınlanan hareketli bir kent haline gelmiştir. Çünkü Türkistan'ın hemen hemen her yerinden öğrenci gelmiş ve Hoca Ahmet Yesevî'nin irşad halkasına girmişlerdir.
Yesevî ocağında öğrenimlerini tamamlayan genç-yaşlı Yesevî müritleri, Türkistan'dan Balkanlara kadar uzanan bütün Türk yurtlarında Hoca Ahmet Yesevî'nin saf ve sâde Türkçe ile söylenmiş "hikmet"lerini terennüm ettiler ve eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet'le uzlaştırmaya çalışan ve dolayısıyla kitabî dinin emirlerini tam olarak yerime getiremeyen henüz Müslüman olmuş insanlara İslâm'ın sıcak, samimî, hoşgörü, tanrı ve insan sevgisine dayalı gerçek güzel yüzünü tanıttılar.
Böylece Hoca Ahmet Yesevî'nin dinin özünü tam olarak yakalamış aydınlık görüşleri, çok kısa sürede , bütün Türk illerine yayıldı.
Hoca Ahmet Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun bozkırlarda at koşturan yarı göçebe insanlar olduklarını; kadın-erkek, yaşlı genç hareketli ve kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadeleli bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu.
Bu insanlara o, kılı kırk yaran fıkıh kuralları içinde ve Arap Acem kültür çevresinin etkileriyle boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimî ve sarsılmaz bir iman anlayışım telkin eden dinî ve ahlakî kuralları Arapça ve Farsçayı çok iyi bildiği halde; kendi dilleriyle ve onların seviyelerine uygun bir üslûpla sunmanın başarısının temeli olacağımı görmüştür.
Onun için de Türk boylarının halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında, dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı, yine Kuran'dan aldığı ilhamla öğretti.
Ahmet Vefik Paşa
Ahmet Vefik Paşa, 3 Temmuz1823'de İstanbul'da doğmuştur. Babası Hariciye Nezareti memurlarından Ruhittin Efendi'dir. Ahmet Vefik Paşa İstanbul'da 1831'de öğrenimine başlamış, fakat babasının görevi nedeniyle Paris'e yerleşmiş ve öğrenimini Saint-Louis lisesinde tamamlamıştır. Fransızcayı anadili gibi Paris'te öğrenmiştir. Bazı araştırmacılara göre İtalyan, Grek, Latin dillerini de okuyup anlayacak kadar iyi bilirdi.
Türk milletinin büyük ve soylu bir millet olduğuna, zengin bir dil ve tarihe sahip bulunduğuna inanıyordu. "Etrak-i bî idrak" (akılsız Türk) sözünün aydınlar arasında itibar gördüğü o günlerde, Türkçe’nin zengin bir dil olduğunu ispatlamak için "Lehçe-i Osmanî"yi yazmış, Türk tarihinin zenginliğini ortaya koymak için de "Şecere-i Türk", "Tarih-î Hikmet", "Fezleke-î Tarih-î Osmanî" gibi eserler kaleme almış ve dilimize çevirmiştir.
Öteki eserlerine döndüğümüz zaman, bambaşka bir kişilik ile karşılaşırız. Tiyatro aşkı... ve aratmayan, bazen aşan tiyatro eserleri adaptasyonları. Molier'den , çeviri ve adaptasyon olmak üzere 16 birbirinden güzel piyes, Ahmet Vefik Paşa'nın kaleminden Türkçeye kazandırılmıştır.
1837 yılında İstanbul'a geri dönmüş ve tercüme odasında memuriyete başlamıştır. 1840'da Londra'ya gitmiş, burada elçilik katibi olarak görev yapmış ve İngilizceyi öğrenmiştir.
1842 yılında sırasıyla Sırbistan, İzmir, Eflak ve Boğdan'da görev yapmıştır. İstanbul'a tekrar geri dönmüş, derecesi yükseltilerek tercüme odasında göreve başlamıştır.
Kısa bir süre pasaport dairesinde müdürlük yapan Ahmet Vefik Paşa İzmir'e tabiyet işlerini çözümlemek için gönderilmiştir. 1851'de ilk defa kurulan ilim kurulu Encümeni Danişin üyeleri arasında yer almıştır.
Aynı dönemde Tahran'da elçi olarak atanmıştır. Burada İran dili ve kökenini köklü bir şekilde öğrenmiştir. Elçilik binasına Türk bayrağını asarak, yeni bir geleneğin de başlatıcısı olmuştur. Ali Paşa'nın sadrazamlığında görevinden alınmıştır.
1855'de Mustafa Reşit Paşa sadrazam olunca Meclisi Valayı Ahkamı Adliye üyeliğine getirilmiştir. 1857'de Deavi Nazırlığına (Adalet Bakanlığı) getirilen Ahmet Vefik Paşa bu görevde kısa süre kalmış, tekrar Meclis Vala üyeliğine atanmıştır.
1860 yılında Paris büyükelçisi, 1861 yılında Evkaf Nazırı olarak Bursa'ya gönderilmiştir. Halkın şikayetleri sonunda görevinden alınmış, 1871 yılına kadar resmi görevde bulunmamıştır. Kendini ilmî faaliyetlere yönlendirmiş, Türk tarihine ve edebiyatına yeni eserler ve tercümeler sunmuştur. 1872'de Sadaret Müsteşarı, aynı yıl Maarif Nazırlığı yapmıştır.
1873 yılında tekrar görevden alınmıştır. 1876'da Petersburg'da Funun ve Sanayi sergisine, Osmanlıyı temsilen katılmıştır. Kısa bir süre Edirne valiliği yapmıştır. 1878'de tekrar Maarif Nazırı olmuş, aynı yıl başvekil olarak üç ay görev yapmış, tekrar görevden alınmıştır.
1879-1882 yıllarında Bursa valiliği yapmış, tekrar başvekil olarak tayin edilmiş, bu görevi sadece üç gün sürmüştür. Görevden tekrar alınmıştır. Ölümüne kadar Rumelihisarı'ndaki evinde ilmî ve edebî çalışmalar yapmış, 1891 yılında İstanbul'da 68 yaşında vefat etmiştir.
Türk milletinin büyük ve soylu bir millet olduğuna, zengin bir dil ve tarihe sahip bulunduğuna inanıyordu. "Etrak-i bî idrak" (akılsız Türk) sözünün aydınlar arasında itibar gördüğü o günlerde, Türkçe’nin zengin bir dil olduğunu ispatlamak için "Lehçe-i Osmanî"yi yazmış, Türk tarihinin zenginliğini ortaya koymak için de "Şecere-i Türk", "Tarih-î Hikmet", "Fezleke-î Tarih-î Osmanî" gibi eserler kaleme almış ve dilimize çevirmiştir.
Öteki eserlerine döndüğümüz zaman, bambaşka bir kişilik ile karşılaşırız. Tiyatro aşkı... ve aratmayan, bazen aşan tiyatro eserleri adaptasyonları. Molier'den , çeviri ve adaptasyon olmak üzere 16 birbirinden güzel piyes, Ahmet Vefik Paşa'nın kaleminden Türkçeye kazandırılmıştır.
1837 yılında İstanbul'a geri dönmüş ve tercüme odasında memuriyete başlamıştır. 1840'da Londra'ya gitmiş, burada elçilik katibi olarak görev yapmış ve İngilizceyi öğrenmiştir.
1842 yılında sırasıyla Sırbistan, İzmir, Eflak ve Boğdan'da görev yapmıştır. İstanbul'a tekrar geri dönmüş, derecesi yükseltilerek tercüme odasında göreve başlamıştır.
Kısa bir süre pasaport dairesinde müdürlük yapan Ahmet Vefik Paşa İzmir'e tabiyet işlerini çözümlemek için gönderilmiştir. 1851'de ilk defa kurulan ilim kurulu Encümeni Danişin üyeleri arasında yer almıştır.
Aynı dönemde Tahran'da elçi olarak atanmıştır. Burada İran dili ve kökenini köklü bir şekilde öğrenmiştir. Elçilik binasına Türk bayrağını asarak, yeni bir geleneğin de başlatıcısı olmuştur. Ali Paşa'nın sadrazamlığında görevinden alınmıştır.
1855'de Mustafa Reşit Paşa sadrazam olunca Meclisi Valayı Ahkamı Adliye üyeliğine getirilmiştir. 1857'de Deavi Nazırlığına (Adalet Bakanlığı) getirilen Ahmet Vefik Paşa bu görevde kısa süre kalmış, tekrar Meclis Vala üyeliğine atanmıştır.
1860 yılında Paris büyükelçisi, 1861 yılında Evkaf Nazırı olarak Bursa'ya gönderilmiştir. Halkın şikayetleri sonunda görevinden alınmış, 1871 yılına kadar resmi görevde bulunmamıştır. Kendini ilmî faaliyetlere yönlendirmiş, Türk tarihine ve edebiyatına yeni eserler ve tercümeler sunmuştur. 1872'de Sadaret Müsteşarı, aynı yıl Maarif Nazırlığı yapmıştır.
1873 yılında tekrar görevden alınmıştır. 1876'da Petersburg'da Funun ve Sanayi sergisine, Osmanlıyı temsilen katılmıştır. Kısa bir süre Edirne valiliği yapmıştır. 1878'de tekrar Maarif Nazırı olmuş, aynı yıl başvekil olarak üç ay görev yapmış, tekrar görevden alınmıştır.
1879-1882 yıllarında Bursa valiliği yapmış, tekrar başvekil olarak tayin edilmiş, bu görevi sadece üç gün sürmüştür. Görevden tekrar alınmıştır. Ölümüne kadar Rumelihisarı'ndaki evinde ilmî ve edebî çalışmalar yapmış, 1891 yılında İstanbul'da 68 yaşında vefat etmiştir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)